Öğretmenler odasındayız. Öğretmen arkadaşlar, uzmanlık ve başöğretmenlik sınavı için ağzına gelenleri söylüyorlar. Sonra da dönüp bana, sakın bunları yazmayın, diyorlar.

Bir okulun müdürü, toplantılarda kendini tutamaz, güncel konularda ağzına geleni söylermiş. Sonra da farkına varınca toplantıyı yazıya geçiren öğretmen arkadaşa, sakın bunları yazma, dermiş. Bizim öğretmenlerin de o hesap. Oysa biliyorum ki sesli düşünebilmek bir erdemdir. Bir erdemdir insanın içinin ve dışının bir olması! Baskıcı toplumlarda bedeli olan bir kahramanlığa dönüşüyor bu. Ve sonuçta ikiyüzlülük, bir yaşam biçimi oluyor. Bir kulağım telefonda olduğu öğretmen odasında, eşimden müjdeli haberi alıyorum. Kızım muafiyet (yeterlik) sınavını başarıyla geçmiş. İngilizce hazırlığı okumadan tıp fakültesi bire başlayacak! Kızımı gayet sesli kutluyorum.

Martıların Hazar’ı

dalgalar yakamozları vuruyordu kıyıya/ adnan yalnız ve yalnız kendisinin bildiği bir danstaydı/ ben yıldızların belirişini izliyordum gökte/ demek ki akşam/ kendini anlatamayanlara ay doğuyordu/ ay kendini anlatabilenlere de görünüyordu/ ibo pis pis uyuyordu/ elindeki şarap şişesi cesetleriyle gölde yıldız avlıyordu memet/ yeşil gözlü memet üstelik yeşil yıldızlar arıyordu/ ben ikide bir “hey” diye bağırıyordum/ çünkü ay beni kışkırtıyordu/ cırcır böcekleri de ha bire çocukluğumu düşürüyorlardı aklıma/ o muhteşem estiğim, kızgın mavi günleri...

sonra içimizde en ayık olan zeki’nin önerisine uyduk/ başladık van gogh’un kesik kulağını aramaya hazar’da/ sular sır vermiyordu/ mehtabın gözyaşları çiseliyordu üzerimize/ halimize gülüyor muydu, ağlıyor muydu bilmiyorum/ biz ne van gogh’un kesik kulağını bulabildik sularda/ ne de gasp edilen en güzel on yılımızı/ cırcır böceklerinin serenatı sürüyordu...

gölün hışımla açılan yelpazeleriyle irkildik/ hazar’ı kızdırmış mıydık ne/ rüzgârları keskin ıslıklarla işliyordu içimize/ çiçekçi aydın’ın hele kolları kanatlanıyordu titremekten/ biz ayaklarından tutup havalanmasını önlüyorduk/ ibo’nun rüyasında bile kesmeyi sürdürdüğü' bıyıkları savruluyordu/ gariban ibo, kristal şarkılarının içinde ezik uyuyordu/ adnan, yalnız kendisinin bildiği dansı sürdürüyordu ve yalnız/ ben ikide bir “hey” diye bağırıyordum/ acayip memet adına da/ o deli şair tel örgülerine nasıl katlanıyor/ remzi adına da, sahi avusturya’da dağlar var mıdır/ ramazanoviç heeeyy getirdiğin cinler tılsımını yitirdi/ bizi uzak düşlere götüremez artık/ ve unutmak adına dilimde eski bir şarkı/ “öyle sarhoş olsam ki…″

ben bilerek hiç ″of ″ çekmiyordum, dağlar yıkılmasın/ roma’yı yakmış neron’a dönerdik,' kazara o anda bir deprem olsa/ her yer allak bullak olurken bizi kahkahalarımız sarsardı/

ay yaşaran gözlerini üzerimize dikmişti/ martıların hazar’ı da yakamozlarını vuruyordu kıyıya/ biz geceyi mi tüketiyorduk/ hayatı mı/ kendimizi mi/ bilmiyorum/ cırcır böcekleri serenatlarını sürdürüyordu temmuza/ belki amadeus’un kemiklerini sızlatan/ ama şairlerin mutlak yüreğini burkan bir sesle söylüyordum/ ‘öyle sarhoş olsam ki...’

yıldızlar ve hazar baskındı/ gecenin yumuşak göğsüne sokuldular arkadaşlar/ fantazya dördümüz de ağlamaklı duruyordu gökyüzünde/ dostumuz suların çirkin prensi de sarayına çekilmişti/ cırcır böceklerinki bir bitmez çingene düğünü…

insanların sonsuz uykusuna tanık olan göl/ seni ben uyuttum bu gece/ ritmik horlayışını dinledim sabaha dek/ sigaramın ucundaki yıldız sönmek bilmedi/ gözlerim alev alev, baş ucunda bekledim/ martılarının da balıklarının da haberi yoktu/ acılar ülkesinin hazar’ı ey/ bir şair kıyında hüznünden ölüyor/ gamsız hazar, ruhsuz hazar/ sudan başka nesin ki sen/ yıldızların bile küskün duruyor...

ay kayboluyordu ve artık güneş/ bizi bir başka güne savuruyordu...

AYDIN ALP - YÜREĞİM ÜLKEM GİBİ (CEM YAYINEVİ 1993 İSTANBUL)

RUHLAR MAHŞERİ (TOPLU ŞİİRLER) JJ YAYINLARI-2015

Öğretmenler odasında bir hareketlenme başlıyor. Aydın Hocam hani tatlımız, bunu kutlamalıyız, diyorlar. Ben öğle arası gider bir iki paket çikolata alırım, dedim. Öğretmenler buna fit. Hocalarımızdan biri tutturmuş, bana künefe yedireceksin, diyor. Tamam hocam! Seni kıracağıma kafamı kırarım, diyorum. Tamam dediğim halde, şakacıktan, ısrar ediyor. Nasılsa kredi çekeceksin, bize künefe ısmarlarsın, diyor. Ben de dönüp öğretmen arkadaşlara, yoksul bir adamla padişah arasında geçen ilginç diyaloğu aktarıyorum;

Üstü başı dökülen, ama babayiğit görünüşlü bir adam; birkaç gündür sarayın kapısına dayanmışmış. Nöbetçiler onu tartakladıkları halde o gitmiyormuş. İlle de padişahla görüşmem gerek, diyormuş. Padişah pencereden adamı fark etmiş. Nöbetçilerden olayı öğrenmiş ve adamın ısrarından dolayı da onu merak etmiş. Peki, onu benim yanıma getirin demiş. Nöbetçiler adamı almışlar, padişahın huzuruna çıkarmışlar. Padişahın, derdin nedir sorusu üzerine adam padişaha gayet saygılı bir dille, siz bize cuma hutbesinde hitap ederken biz hepimiz din kardeşiyiz, kardeşiz, demediniz mi? Padişah evet doğru, biz hepimiz kardeşiz, ne var bunda, demiş. Adam gayet kararlı bir dille, padişahım ben çoluk çocuğumla çok zor durumdayım. Yiyecek ekmek bulamıyorum. Siz maşallah sarayda altınlar içinde yüzüyorsunuz. Ben sizden kardeşlik hakkımı almadan gitmem, demiş. Padişah bakıyor ki adam tekin biri değil. Peki diyor ve ona koca bir kese altın veriyor. Adam sevinçten uçacak gibi. Padişah çıkmadan onu yanına çağırıyor ve onun kulağına eğilerek söylüyor:

Senden başka bir kardeşimiz bu olayı duyarsa, kelleni alırım, diyor. Ben de dönüp öğretmen arkadaşıma, sana evet dedim. Bütün öğretmen arkadaşlar sana eklenirse ben orada rehin kalırım. Üstelik bulaşık yıkamasını da bilmiyorum, dedim. İçeri girme zili çalınırken öğretmenlerin kahkahaları yankılanıyordu.

Her zaman ve her yerde ve her şeye rağmen, hiçbir canlı ürünün incinmeyeceği bir geleceği savunacak ve bütün insanlık için isteyeceğim.

Köpüklerini yitirmeyen, akasyalı sular güzelliğinde bir hayat dileğiyle sevgiler, saygılar… AYDIN ALP