Edebiyat çoğu zaman hayatın aynası diye nitelendirilir. Yaşamdan barındırdığı kesitlerle, insana hiç tanımadığı şehirlerde tarihi yerleri gezdiren bir sevgiliye dönüşür. Şiir kıvamında esintilerle rüzgârı yüzümüzde hissettirir. Gerçek hayatımızı, kahramanımıza dönüştürdüğümüz kitaplardaki gibi yaşama isteği de bir o kadar hayatımızın odağındadır. Günahımızı, aşkımızı, masumiyetimizi, hırsımızı, hapishanemizi yaşadığımız karakterlerle beraber sürdürürüz. Kısacası karmaşık, deli divane bir tanımın içinde buluruz kendimizi.

Dile vurulmuş kelepçelerin anahtarıdır edebiyat. İçinde yaşadığımız akıl tutulmalarının çıkış noktasıdır. Belleği diri tutmanın dermanı. Öyle ki her taraf yangın yeriyken okuduğunuz bir yazıdan damıttığımız su damlalarıdır. Susmanın ve çığlığın teorisini barındırabilir aynı deliliklerde.

Bir edebiyat metniyse eğer muhatap olduğum, uzunca içime çekmeyi, uzaktan izlemeyi yeğlerim bir süre. Kitap sayfalarına hapsedilmiş o küçük karakterlerin özgürleşme adına verdikleri mücadeleye takılır gözlerim. Yeryüzünde bir insanın yaşayabileceği en tatlı savaştır bu. Yorgun, karışık, hengâmeli bir yolculuk. Bir edebiyat ateisti için bile sınırları zorlayabilecek kadar zevk, acı ve şarap barındırabilir.

Bütün duyguların ana dili olmasının ötesinde bir kavram. En çok özlediğiniz mevsimi size sadece bir cümleyle yaşatabilir. En çok özlediğiniz mevsim yaralamıştır şairi. O deli divane olmuşken kendi yansımasında, siz hasret çektiğiniz yağmurlarda ıslanırsınız. Karışık bir kadın çıkar karşınıza, içli bir ozan. İlkinin seli vurur bahçenizi ikincisinin türküleri. Sayfalar birbiri ardına ilerler, dünyaya sığmaz artık sizin evin halleri.

Ve Edebiyat sahneye çıkar. “Benden önce aşk yoktu, sözcükler, şiirler yoktu. Kelimelerimle başladı yüzünüzdeki güzel akşamlar. Önce insanlar unutur sonra âşıklar. Ben ölümsüzlüğün mürekkep gözlü suretiyim. Artık ne insanlar unutur ne de aşıklar. ”

Bir şiirin çayını içip romanın gölgesinde serinlemek olsun hepimizin yolculuğu.