Hiç kimseden korkmuyordu kendinden korktuğu kadar.

Gölgesinin sürekli kendini yakalamaya çalışmasından bıkmıştı.

Güneşin bulutlarla sarmaş dolaş olup kaybolmasından inanılmaz bir haz duydu. Gölgesi kaybolmuştu.

Kurumuş çınar yaprakları arasında yürümek ona iyi gelecekti. Üzerine bastıkça yapraklar si-la sesi veriyordu. Adımlarıyla yaprakları ezerken çıkan çıtırtıları ezberliyordu.

O anda güneş aniden ince bir ışık huzmesi fırlattı, 3-5 adım ötesinde yaprakların arasında ışıldayan bir şey gördü. Heyecanla eğilip yerden aldı. Üzerinde yeşil bir taş olan altın yüzüğü bulduğu ilk banka oturup inceledi. Neredeyse bir badem kadar büyük yeşil taş, altın bir çember üzerine oturtulmuştu.

Yüzüğün iç kısmında yazan yazıyı okumaya çalıştı. Beceremedi. İlk kez görüyordu bu harfleri. Hâlbuki arkeoloji mezunuydu. Bir bilene sormak ve ekonomik değerini öğrenmek istiyordu bir an evvel.

İşsizlik dönemimin piyangosu bu dedi. Aldığı psikiyatrik destek de sonuç vermeyince uzunca bir süre ücretsiz izin yolu görünmüştü.

Korkular ah bu korkular. Yediği, içtiği zehirdi. En küçük bir ses, aniden gördüğü bir nesne yüreğini ağzına getiriyor ve kalbini yerinden söküyordu. Bu atakları atlatması da bir iki saat sürüyordu. Hayatını çekilmez yapan bu illetin kendisine ne zaman musallat olduğunu da bilmiyordu. Aklı erdiği ereli böyle idi hali. Ne çalışabiliyor ne de düzgün bir ilişki yaşayabiliyordu. Babadan kalan ev de olmasa sokaklarda perişan olurdu. Mahallede de adı PERİ'ye çıkmıştı. Perihan demezdi kimse ona. İki erkek kardeşi de aramaz sormaz olmuştu anne babasını kaybedince.

Bulduğu yüzüğü orta parmağına taktı.

Yüzük parmağında yarım bir tur attı.

Bir erkeğe ait sanırım dedi içinden.

Önce bulduğu ilk kuyumcuya gitti, kuyumcu,’ ne altın dedi ne zümrüt ‘dedi . Fiyat bile veremedi. İçindeki yazıları hele hiç okuyamadı. En iyisi fakültede doçent olan sınıf arkadaşı Orhan'a sorayım deyip, fakültenin yolunu tuttu. Dil Tarih her zamanki gibi yıllara meydan okuyan bir sfenks asaletiyle önündeydi.

Güvenlik onayıyla arkadaşının odasına geçti. Hal hatır sohbetinden sonra Perihan yüzüğü Orhan'a gösterdi. Orhan yüzüğü inceledi.

Yeşil taş için yorum yapamadı ancak, içindeki yazının kutsal kitap İbranicesi olduğundan emin olduğunu söyledi. Tercüme edince mesaj atarım dedi. Bu durumda yüzük en az 1300-1400 yıllıktı.

Yüzüğü nasıl bulduğunu anlattı. O anda yine korkuları depreşti. Kendini tarihi eser kaçakçısı gibi hissetti. Bu kez yüzüğü parmağına takmadan elindeki buruşuk peçeteye sarıp, Orhan'a müzeye teslim edeceğini söyleyip, arkasına bakmadan oradan uzaklaştı. Abdi İpekçi Park’ının arka sokaklarından koşar adımlarla,' Kurtuluş Park’ına geldi. Yüzüğü bulduğu yeri tekrar inceledi. Çevresini kolaçan etti.

Kimseler yoktu meydanda yüzük arayan. Abidin Paşa'daki evine gitmeye karar verdi. Dar ve yokuşlu yolu bir hamlede bitirdi. Apartman grisindeki siyah kediden ürktü. ‘Uğursuz’ dedi. Kapısını açtı soluk soluğa. Botlarını ve paltosunu bir hamlede üzerinden çıkardı.

Eşofmanlarını giyip, aç aç kendini karyolaya bıraktı. O anda Orhan'dan mesaj geldi. ‘İYİ ve KÖTÜ anlamındaymış’ yazıyordu mesajda.

Uyamaya çalıştı. Soluna yattı, olmadı. Sağına döndü, olmadı. Sırt üstü yattı, uyku ortada yoktu. Kalktı yeniden yüzüğe baktı.

Yüzüğü tüm parmaklarına denedi.

Bir tek sağ elinin başparmağına oturdu. Sokaktan geçen delikanlıların sesinden yine irkildi,

Yorganını kendine siper etti ve uyuya kaldı.

Bir rüya alemine girdiğinden habersiz,' parmağındaki yüzüğün üzerindeki taşlarla bezeli bir yolda yürürken buldu kendini. Sağında ve solunda gövdesi ve dalları mavi, yaprakları fuşya renginde, kalp şeklindeki meyveleri eflatun renkte olan ağaçlar sıralanıyordu. Uçuşan kuşlar rengarenkti. Gökyüzü ise pespembe idi. Gölgesi yoktu. Çünkü güneş de yoktu. Ama her yer aydınlıktı ve bir renk cümbüşü hakimdi ortama. Neredeyim diye sorgulamadı o huzuru yaşarken.

Önüne çıkan beyaz renkli,' bir kanadı fosforlu yeşil, diğeri turuncu olan atı da yadırgamadı. At önünde eğildi ‘bin’ dercesine. Bindi, at kanat çırptı ve yükseldiler. Yüzüğü düşürmeyeyim diye parmaklarını avucunda sıktı. Gökyüzünün pembeden siyaha döndüğünü fark etti birden. Aşağısı ise simsiyah kömür gibi taşlar ve kor alevden kayalarla kaplanmıştı. Kendinden başkasını görmemesine hayret ediyordu. Tam o sırada kor alevden kayaların üzerinde komşuları Tacettin Amcayı gözü seçti. Bindiği at inmek üzere kanatlarını yavaşlattı,' tam yere inmek üzereyken,' yer yine yeşil taşlarla bezendi. Bir eliyle sıkıca tuttuğu yeleyi yavaşça bıraktı, ayağını yere bastı. Gözü Tacettin Amcasındaydı.

O kor kayanın üzerinde feryat ediyordu.

Birden başını Peri’ye çevirip, ‘çıkar artık o yüzüğü’ dedi. Bunca yıldan sonra bu öfkeyi anlamsız bulsa da,

Tacettin Amca ‘neden buradasın’? ‘Canın yanıyor mu’? dedi.

Aynı cümle kâinatı titretti. ‘Çıkar o yüzüğü parmağından!’.

Aniden ter içinde uyandı ve 4 yıl önce ölen komşuları Tacettin Amcanın karısı Hatice Teyze’nin kapısını çaldı. Belki yıllardır gitmediği bu evin kapısını çalarken yüreği yine pır pır etmeye başlamıştı.

Komşu kadın kapıyı açtı. ‘Gel kızım ben de seni bekliyordum’' dedi.

Naftalin kokan evin kapısından içeri girdi. Karşı odada ceviz kaplamalı şifonyerin tam üzerindeki altın varaklı ayna onu yeniden yıllar evveline götürdü,' kanepeye ilişirken. Hatice Kadın ‘korkuların geçti mi,' kızım’? dedi bir bardak çayı eline verirken. Perihan

"Hayır “deyip başını önüne eğdi.

Tam rüyasını anlatacaktı ki, kadın yeniden ‘artık korkma ve affet bizi’ dedi. Perihan yine ağzını açacaktı ki gözleri altın varaklı aynaya ilişti.

Tacettin Amca ve kucağında bir kız çocuğu vardı. Sanki televizyon izliyordu. Ama kendi çocukluğunu izliyordu. Gözlerine dolan yaşlar akmasın diye gözlerini koskocaman açtı. Bir saniyeyi bile kaçırmak istemiyordu onca kalp gümbürtüsüne rağmen. Tacettin Amca kucağında oturttuğu Perihan'a ‘ korkma kızım korkma, bak bundan daha çok göreceksin. Sevmen lazım onu. Artık sen koca bir kadınsın’ diyordu. Tüm bunlar olurken kapının önünden geçen Hatice Teyze başını çevirip, işine devam ediyordu.

Birden irkilen Perihan gördüğü hayalin, yıllar evvel başına gelenler olduğunu anlayınca,' elindeki çay bardağını fırlatıp, kapıya koştu.

Çıplak ayaklarla kendini evine kilitledi. Neyin gerçek, neyin hayal olduğunu ayırt edemeden, gözünden boşalan yaşlarla uykuya daldı. Yeniden yeşil taşlı yoldaydı.

Kanatlı at yeniden geldi, önünde eğildi. Yelesine bağlı kehribar bir kutu vardı. Perihan parmağındaki yüzüğü kehribar kutuya koyması gerektiğini anladı.

Kutuda bir eşi daha olan yüzüğü sanki sonsuza dek sahibine geri vermişti. Uyandı. Heyecanla parmağına baktı. Yüzük yoktu.

Eskiyle yeniyi, iyiyle kötüyü, günahla sevabı, cennetle cehennemi, gerçekle hayali birbirine çarpıştırıp,

Yasadıklarını anlatmak üzere doktorunun yolunu tuttu,' güneşin önüne düşürdüğü gölgesinden ürkmeden. Hepsi yüzük ‘SAYE’ sinde derken, çözdüğü bilinmezliklerine ve korkularına veda etti. Kim bilir kaç kadın daha bu yüzüğü bulacak diye düşündü, Tacettin gibilerin cehennem belasında kahrolduğuna inanarak.