Almanya'nın Hanau şehrinde yaşayan araştırmacı yazar Aziz Tunç ile kitapları ve edebiyatın güncel sorunları üzerine konuştuk...

Röportaj: İrfan Erdoğan/Almanya

-Aziz hocam ben isminizi Maraş katliamı ile ilgili olarak yazdığınız kitaplardan tanıdım. Sizinle bu söyleşiyi yapana kadar hâlâ hakkınızda detaylı bilgim yok. Onun için bana ve okurlara Aziz Tunç'u nasıl anlatırsınız? Aziz Tunç kimdir?

Devrimin sıcaklığı yüreğimi ısıtmaya devam ediyordu…

Aziz Tunç: 1956 yılında, Elbistan’ın Kürt Alevi köylerinden olan Körücek köyünde dünyaya merhaba demişim. İlk okulu köyümde, orta okul ve liseyi, Elbistan ve Malatya’da okudum. 

O yıllar, 1970’lı yıllar, hepimizin bildiği gibi genç devrimci önderlerin harekete geçtikleri yıllardı. Onlar göğü fethetmek amacıyla dağlara çıkmışlardı. Büyük bir örgütleri olmadığı halde, cüretleriyle, ortaya koydukları iddiaları ve kararlılıklarıyla toplumun tüm kesimlerini etkilemişlerdi. Bu gelişmeye karşı Türk devleti de harekete geçmiş, bütün zulüm yöntemleriyle devrimcilere saldırıyordu.

Deniz Gezmiş, Yusuf Aslan ve Hüseyin İnan idam edilmişler, Mahir ve arkadaşları Kızıldere’de katledilmişler, İbrahim Kaypakkaya işkenceyle öldürülmüş, Sinan ve arkadaşları Nurhak’ta, bizim topraklarımızda infaz edilmişler. Yakalanan binlerce devrimci mahpushanelere doldurulmuş. Hasılı toprak kan kokuyordu. Ama “bizim yiğitlerin direnişi”, bütün ezilenleri ve gençleri etkiliyordu. Harıl harıl okuyor, tartışıyor ve bir şeyler yapmanın arayışıyla kavruluyorduk. Mahpushanelerde çıkan devrimcilerin Türkiye ve Kürdistan’a dağılarak yeninden devrim ateşini harlamışlardı. Bu arada ben çok genç yaşta evlenmiştim. Ama devrimin sıcaklığı yüreğimi ısıtmaya devam ediyordu ve ben bu koşullarda devrimci çalışmalara bütün bir zamanımı verecek şekilde başladım. O gün bu gündür, elli yıldır, devrim sevdası yaşam gerekçemiz, motivasyon kaynağımız ve rutin işimiz olarak yaşamımızda yerini koruyor.1980 askeri faşist darbesine kadar olan süre boyunca, her devrimci gibi, devrimci faaliyetlerden dolayı ben de birçok defa mahpus edildim. 12 Eylül faşist darbesinden sonra, 11 yıl boyunca aranan birçok devrimci gibi, illegal yaşamak zorunda kaldım. Bu süre boyunca değişik düzeyde halkların özgürlük mücadelesine güç katmaya çalıştım. “yer yüzü aşkın yüzü oluncaya dek” devam edecek olan bu kavgada yer almayı mutluluk nedeni sayıyorum ve ömrün boyunca da bu kavganın bir neferi olmaya devam etmek istiyorum...

-Aziz hocam, yine Maraş olayları ile ilgili olarak kuşkusuz çok sayıda kitap çıktı bildiğim kadarıyla ancak senin bu konuyla ilgili olarak yazdıklarının toplumda epey yankı yaptığını da biliyorum. O halde senin yazdıklarınla diğerleri arasındaki fark ne hocam. Neden senin yazdıkların yankı yaptı?

‘Devlet gizleyemediği katliam gerçekliğini manipüle ederek çarpıtmak istiyordu’

Aziz Tunç: Maraş katliamı/soykırımı ülkemizde devlet eliyle gerçekleştirilmiş önemli bir katliam ve soykırımdır. Bu katliam/soykırım, gerek amacı, yapılış biçimi, yarattığı siyasal sonuçları ve gerekse yol açtığı tahribatlarıyla sosyal siyasal tarihimizde, hesabı sorulmak üzere yerini almış kanlı bir operasyondur. Maraş katliamı/soykırımının son gününde, 26 Aralık. 1978 yılında, devlet 13 ilde sıkıyönetim ilan etti. Bilindiği gibi yaklaşık 2 yıl sonra, 12 Eylül. 1980’de askeri faşist darbe yapıldı.  Böylece Kenan Evren ve cuntasının faşizminin kuralları uygulanmaya başlandı. Bu gelişmeler, Maraş katliamının üstünün örtülmesi ve unutturulması amacıyla kullanıldı. Hem sıkıyönetim koşullarında hem darbe koşullarında yaratılan baskı ortamı altında sanki Maraş katliamı/soykırımı, yaşanmamış gibi konuşulmadı, tartışılmadı. Maraş katliamı/soykırımı da benzeri birçok toplu yok etme saldırıları gibi unutturulmaya, üstü örtülmeye çalışıldı. Sıkıyönetim ve 1980 darbe yargısı da bu konuda üstüne düşeni, yapıyordu. Hızlandırılmış bir tempoyla kısa süre içinde Maraş katliamı/soykırımı hakkında kararını verdi. Belirtilen koşullarda yapılan yargılama ve yargılama kararları, Maraş katliamı davasının gerçeklerinin üstünü örtme operasyonu olarak pratikleştirilmiştir. Bu insanlık suçunun gerçek failleri gizlenmiş, katliamı fiilen icra eden katillerin çok azı yakalanarak yargılanmış, onlarında büyük bir kısmı serbest bırakılmışlardır. Cezaevinde tutulan çok az sayıda katil ise 1991 yılında serbest bırakılmışlardır. Üstelik bu sözde yargılama mizanseninde, katliamın hedefi ve mağduru durumunda olan Kürt-Türk ve Aleviler de suçlu olarak yargılanmışlar ve cezalandırılmışlardır. Bu yıllara kadar Maraş katliamının/soykırımının “unutturulmak için üstünü örtme hali” devam etmekteydi. Maraş katliamı hakkında, bu dönemde resmi dokümanlar, gazete kupürleri dışında sadece bir tane kitap yazılmıştı.1990 yılında 1980 faşist darbesinin şefi ve Maraş’ta yaptıkları katliamın/soykırımın sorumlularından olan faşist darbeci Kenan Evren, Milliyet Gazetesinde anılarını yayınladı.  Kenan Evren, Maraş katliamında MHP’yi ve faşist genel başkanı Türkeş’in sorumlu olduğunu ima eden cümleler kurmuştu. Bunun üzerine faşist Türkeş ile faşist Kenan Evren arasında kısa süreli bir tartışma yaşandı. Bu arada devrimci- demokratik kurumlar da yıl dönümlerinde yaptıkları, etkinliklerle hem katliamı/soykırımı protesto ediyorlar hem de katledilen insanların anılarını yaşatmaya çalışıyorlardı. Böylece konu sınırlı da olsa kamuoyunun gündemine girmiş, kanlı anılar toplum tarafında lanetlenmeye başlanmıştır.

Toplumda gelişen bu duyarlılığı saptırmak isteyen devlet, sürece bu defa farklı bir yöntemle müdahale etmeye başladı. Devlet, gündeme gelen ve gizleyemediği katliam gerçekliğini manipüle ederek çarpıtmak istiyordu. Yaratıcısı olduğu ve her yıl dönümünde yapılan protestoların etkisini zayıflatmak amacıyla yapılan tartışmaları kullanmaya başladı. Bilindiği gibi o yıllar bugün olduğu gibi sosyal medya imkânı yoktu, TV’ler bu denli yaygın değildi. Maraş katliamı hakkındaki bütün bilgileri gazete manşetlerinden edinmiş olan TV’lerin genç moderatörleri, Maraş katliamının 1 numaralı sanığı olan ama daha sonra devlet tarafında beraat ettirilen faşist katil Ökkeş Kenger’i, bir bilen olarak hâkim bir biçimde konumlandırıyor, karşısına da konuya yeterince vakıf olmayan Alevi bir arkadaşı getiriyorlardı. Böylece sözde “Maraş katliamının konuşulduğu” mizansen başlıyordu. Moderatörün yanıltmalarıyla, Ökkeş Kenger’in bağırtıları arasında kalan ve iki sıfır geride başlayan Alevi arkadaşın anlattıkları arada kayboluyordu. Ökkeş Kenger’in yalanları, sahtekarca söylemleri konuyu bilmeyen Modaratörün yanıltmalarıyla birleşince ortaya büyük bir yanılsama yaratılıyordu. Yalanlarla ters yüz edilmiş bu Maraş katliamı anlatımı gerçekmiş gibi kamuoyuna sunuluyordu. Böylece sanki Maraş katliamını devlet, paramiliter katilleri olarak MHP ve sivil faşistlerle birlikte yapmamış da devrimciler yapmış gibi gerçek olmayan bir algı oluşturuluyordu. İşte benim Maraş katliamını yazmaya başlamam bu süreçte oldu. Önce bu katliamı yazmam için çevremde konuyla ilgili olanlara önerdim.  Sonra “sen neden yazmıyorsun” diye biraz teşvik eden biraz motive eden öneriler geldi. Sonuçta Maraş katliamıyla ilgili kitaplar böyle ortaya çıktı. Maraş katliamıyla/soykırımıyla ilgili olarak yazılan diğer kitaplarla farklılıklarına gelince. Sizin sözünü ettiğiniz kitaplar konuyla ilgili araştırmalar ve mağdurların anlatımlarından oluşan kitaplardır. Bu kitaplar da çok değerlidir. Böylesine çok yönlü etkisi olan katliam ve soykırımlarda tanık anlatımları ve her yönlü araştırmalar çok anlamıdır. Lakin bu kapsamda bir katliamın/soykırımın doğru anlaşılması sadece tanık anlatımlarıyla mümkün olmamaktadır. O nedenle çok yönlü bir araştırmanın yapılması ve konuyla ilgili olabildiğince bütün bilgilerin açığa çıkartılması gerekiyordu. Maraş katliamı salt tanık anlatımlarına veya gazete haberleriyle makalelerine dayandırılarak anlaşılamazdı. Bütün boyutlarıyla ve kapsamlı bir araştırmaya konu edilmeliydi.  Benim yaptığım ilk çalışma, “Maraş Kıyımı- Tarihsel arka planı ve anatomisi” adlı kitap, bu ihtiyacın ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu kitapta Maraş katliamının/soykırımının tarihsel arka planı ve hangi sosyoloji üzerine oturtulduğu özellikle incelenmiştir. Böylesine kapsamlı bir toplumsal hareketin sadece güncel gelişmelerle anlaşılması mümkün olamazdı.

Yine “Maraş Kıyımı Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabıyla, Maraş katliamını kimin, neden ve nasıl yaptığı, bütün delilleriyle ortaya konmaya gayret edilmiştir. Bu anlamda Maraş katliamının/soykırımının devletin bir operasyonu olarak gerçekleştirildiği herkesin bildiği bir gerçekti. Ancak “Maraş Kıyımı- Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabı, bu gerçeği soyut bir iddia olmaktan çıkartarak çok yönlü kanıtlara ve açıklamalara dayandırmıştır. Ayrıca Maraş Kıyımı kitabıyla Maraş katliamının/soykırımının tam olarak “anatomisi” anlaşılmaya çalışılmıştır. Bu katliamla kim, neyi amaçlamış, ne olmuş, nasıl olmuş, yarattığı sonuçlar, toplumsal siyasal hayata yaptığı veya yapması istenen etkiler gibi konular, sadece varsayımlarla değil, somut bilgilerle ve bütün yönleriyle ortaya konmaya çalışılmıştır.  Yapılan çalışmanın sonucunda, Maraş katliamının nedenleri ve yarattığı sonuçları konusundan da bilenenlerden farklı gerçeklikler ortaya çıkmış ve bu gerçekler kamuoyuna sunularak bu katliamın/soykırımın doğru anlaşılmasına hizmet edilmiştir. Kaybedilen mezarların ve kaybedilen cesetlerin varlığı ilk defa “Maraş Kıyımı Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabıyla kamuoyuna sunulmuştur. Bu bilgi tek başına bir infial nedeni olmuştur. Yargılama sürecinde yapılan hileler ve devletin yargılama sürecini nasıl manipüle ettiğine dair gerçeklerin ortaya çıkartılması da “Maraş Kıyımı Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabının farklı bir özelliği olmuştur.  Dolayısıyla bu gerçekleri açığa çıkartan bir eser olarak “Maraş Kıyımı, Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabı, dikkat çekmiş, bu kitaba duyulan güvenin ve ilginin artması söz konusu olmuştur. Sonuçta “Maraş Kıyımı Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabı, akla hemen gelen bu ve daha birçok özellikleriyle diğer kitaplardan farklı olduğu belirtilebilir. 

Sanırım bütün bu farklılıklar “Maraş Kıyımı- Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabının diğer kitaplardan ayrı ele alınmasına, devrimci- demokratik kamuoyunun ve duyarlı kamuoyunun ilgisine daha çok mazhar olmasına yol açmıştır. Bundan dolayı “Maraş Kıyımı Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabı, Türkiye PEN kurumu tarafından “ayın kitabı” olarak ödüllendirildi.  2011 yılında yayınlanan bu kitap Maraş katliamı konusunda yegâne kaynak olarak kabul edilmekte ve değerlendirilmektedir. Aslında kitaplarına duyulan ilgiyi yazarın kendisi değil okurlarının anlatması daha doğru olur. En gerçekçi değerlendirmeyi okurlar yapacaklardır. Konuyla ilgili olarak yaptığım ikinci çalışma, “Beni Sen Öldür” adlı kitaptır. “Maraş Kıyımı” kitabını yazarken, hayatın biz insanlara yaşattığı bir acı gerçeği yüreğim burkularak fark ettim. Maraş katliamında katledilen insanların önemli bir kısmını değişik düzeylerde tanıyordum. Evlerine gitmiş, beraber çeşitli sosyal-siyasal faaliyetlerde bulunmuştum. Ortak amaçlar uğruna ortak sevinçleri, ortak acıları paylaştığım insanlardı. Bu insanların hepsi inancından, etnik kimliğinden ve sınıfsal konumundan dolayı ezilen insanlarımızdı. Kelimenin gerçek anlamıyla “bizim” insanlarımızdı.

Ancak o güne kadar bu insanların hiçbir yerde ne adı vardı ne de resmi bulunuyordu. Maraş katliamında inancından dolayı bir soykırıma maruz bırakılan bu insanlar o güne kadar sadece sayı olarak ifade ediliyorlardı. Klişe cümle şöyleydi ve yıllardan beri hep böyle gidiyordu. “Maraş katliamında binlerce insanımız katledildi.” Bu cümlede sayıyı belirten bölüm herkese göre değişiyordu. Kimileri bu sayıyı “yüzlerce” diye ifade ederken, kimileri “binlerce” diyor, kimileri de “500- 1000 ve 5000” gibi daha somut rakamlarla ifade ediyorlardı. Demokratik devrimci mücadelenin içinde olan kurumlar ve insanlar, bu unutturmayı amaçlayan acıtıcı tabloyu kabul etmiş gibi yaşıyorduk. Devletin bu dayatmasının kabul edilmemesi ve buna karşı bir şeylerin yapması gerekiyordu.

Burada iki sorun vardı. Birincisi katledilen insanlarımız soyut sayılara indirgeniyorlardı, bu çok büyük bir yanlıştı. Çünkü o insanların her birisinin bir yaşanmışlığı, bu topraklarda sevenleri ve sevdikleri vardı.  Bir hayatı yok sayarak durumu sayılarla ifade etmek büyük bir duygu kırılmasına yol açacaktı, açıyordu. Bununla barışık yaşamak haksızlıktı ve ciddi bir yanlışlıktı. “Maraş Kıyımı- Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabını yazarken tespit ettiğim bu durumda ilgili herkesin yüreğine gölge düzecektir. Bu acı gerçek benim de içimi acıttı. Konuyla ilgili ikinci problem, katledilen insanlarımızın sayılarına dair farklı bilgilerin dolaşımda olmasının yarattığı sorundu. Devlet, katledilen insanlarımıza ilişkin bir sayı vermişti, ancak toplum devletin verdiği sayıya haklı olarak güvenmiyordu.  Dolayısıyla devletin sayılarına güvenmeyen insanlar, konumlarına, özel bilgi ve yorumlarına dayanarak çeşitli sayılar telaffuz ediyorlardı. Her anlatan insan katledilen insanlarımızın kaç kişi olduklarına dair farklı sayılar veriyordu. Doğal olarak bu bilgi kirliliği karışıklıklar yaratıyordu. Bu şekilde farklı sayıların verilmesi gerçeğin dejenere edilmesini kolaylaştırıyor, Alevi kurumlarına ve devrimci- demokratik kurum ve kişilere duyulan güveni zayıflatıyordu. Devletin ve soykırımcı mekanizmanın arzu ettiği sonuç da buydu zaten. Halbuki gerçek sayıların veya gerçeğe yakın sayıların açığa çıkartılması zor değildi. Bütün olanaksızlıklara rağmen katliamda hedef alınan Alevi kitlelerin için de yapılacak bir çalışmayla kaç insanımızın katledildiğini tespit etmek mümkündü. 

Böyle bir çalışma hem katledilen insanların bilinmelerini sağlayacaktı. Hem de gerçeğin gizlenmesine hizmet eden yanlış bilgilerin dolaşımda kalmasını önleyecekti. Bu amaçla “Maraş Kıyımı Tarihsel arka planı ve anatomisi” kitabını çalışırken böyle bir çalışma yapmaya karar verdim. Tam buna yönelik hazırlıkları yaparken devletin KCK operasyonları kapsamında, bir kez daha mahpushaneye alındım. Yaklaşık üç yıl sonra bu zoraki tutukluluk bitince, mahpustan çıkar çıkmaz “Türkiye, Kürdistan kazan ben kepçe” misali, Maraş katliamında hayatını kaybeden insanların ailelerini aramaya, onlarla buluşmaya, onların acılarına ortak olmaya yönelik bir çalışmanın içine girdim.

Doğrusu “Beni sen öldür” kitabının yazılması için yapılan çalışmanın kendisi de en az kitap kadar özgün bir pratik oldu.11 il, 12 ilçe ve çok sayıda köyde katliamda yakınlarını kaybeden 300- 400 insanla yüz yüze görüşme yapıldı. Katledilen insanların resimleri temin edildi, haklarındaki özgün bilgiler toparlandı. Tabii bu arada yaşanan katliam lanetlendi, yaşatılan acılar hatırlandı. “Beni sen öldür” kitabının yayınlanmasının sonucunda, Maraş katliamında hayatını kaybeden insanlarımızın resimleri ortaya çıktı. Haklarındaki bilgiler ve katledilişlerine dair özgünlükler kamuoyuna sunuldu. Böylece “Beni sen öldür” kitabındaki belirtilen bilgilerin yayınlanmasıyla devletin Maraş katliamını gizlemeye yönelik çabalarında bir delik daha açılmış oldu.

Katliamın bir gerçeği daha somut bilgiye dönüştürülerek kamuoyuna mal edilmiş oldu. Bugün Maraş katliamı anmalarında kullanılan resimler bu şekilde açığa çıkmıştır.   

 Ayrıca Maraş katliamının bir anlamda “alamet-i farikası” haline gelmiş olan “Beni sen öldür” cümlesi de bu çalışmayla ortaya çıkmış ve kamuoyu ile paylaşılmıştır. Bu cümleyi, ölümden değil, katliamcı katillerin eline düşmekten korkan bir anne eşine söylemiştir. Bunu ben annenin eşinden duyduğumda kanım donmuş, nutkum tutulmuştu. O nedenle kitabın adı olarak, bu cümleyi kullandık. Kamuoyu da bu cümleden aynı şekilde etkilendi. O günden beri Maraş katliamı dendiğinde bu isim akla gelir oldu. 

“Beni, sen öldür” kitabının yaptığı da ilkti. Daha önceki ve daha sonraki hiçbir kitapta bu kitapta ortaya konulan bilgiler bulunmamaktadır. Alevi halkı ve devrimci demokratik kamuoyu, bu kitaptaki bilgilerle tanıdı ve bir daha unutmamak üzere hafızasına kazıdı kendi kayıplarını. O nedenle “Beni, sen öldür” kitabı da ilgili kamuoyunun başucu kitabı olmuş, birçok baskı yapmıştır. 

Maraş katliamını ilgilendirdiği için son yayınladığım “Soykırım ve Maraş Kıyımı” kitabından da kısaca söz edeyim. Bilindiği gibi son yıllarda Türkiye’de Ermeni soykırımı bağlamında “soykırım” kavramı tartışılmaktadır. “Soykırım nedir, katliam nedir, hangi toplu kıyıma soykırım, hangi toplu kıyıma katliam denir” türünde soruların cevaplarının arandığı bir tartışmadan söz ediyorum. Bu sorulardan hareketle, Maraş, Dersim ve benzeri toplu kıyımların, “soykırım mı katliam mı” olduğu anlaşılmaya çalışılmaktadır. Son yazıp yayınladığım “Soykırım ve Maraş Kıyımı” adlı çalışma bu sorulara cevap aramaktadır.  Bu çalışmada soykırım kavramının dünyada ve literatürde ne ifade ettiğini, nasıl uygulandığını bütün bunların ışığında Maraş katliamının “soykırım mı katliam mı” olduğunu anlamaya/anlamlandırmaya çalıştım. Bu kitap da yine devrimci- demokratik kamuoyunda ilgi görmüş ve kısa sürede yeni baskılar yaptı.

-Aziz hocam, günümüz toplumundaki yaraların önemli bir tarafı da iletişimsizlik diyebiliriz. Bu da biraz teknolojinin başdöndürücü gelişmesinden kaynaklanıyor. Edebiyat alanında da bu böyle mi? Başka bir deyimle kadir kıymet bilinmezlik edebiyata da yansıyor mu? Yansıyorsa nasıl yansıyor?

‘Edebiyat bireylerin ihtiraslarına bırakılamayacak kadar da toplumsaldır’

Aziz Tunç: Doğrusu bu sorunun cevabı hem çok kapsamlı hem de bu sorunun “evet” veya “hayır” denecek kadar kolay bir cevabı yok. Yine de belki ilk akla gelen yönüyle birkaç cümleyle ifade edilebilir. Öncelikle edebiyatın kendisinin bir yapısal özelliğini hatırlamamız gerekmektedir. Edebiyat, bireylerin birbirine benzeyen ortak özelliklerini ele alarak onları etkileyen, değiştiren, yenileyen ve böylece bireyin kişiliğinin oluşmasında önemli rol oynayan bir araçtır. Bireylerin ortak özelliklerinin kullandığı için de sadece bir kişiyi değil, benzer özellikleri olan bütün bireyleri yani toplumu etkilemekte, şekillendirmektedir. Böyle olunca da toplumsal hareketlilikleri etkileyen devasa bir güç olmaktadır edebiyat. Kapitalist bir toplumda yaşadığımızı ve egemenliği gasp etmiş olan bir avuç haraminin insanlığın bütün değerlerini sömürü aracı haline getirmeye çalıştığını, buna uymayan değerleri ise yok etmek için uğraştığını, göz önüne alalım. 

Şimdi sorunuza bu tespitlerin ışığında cevap vermeye çalışalım. Son derece ciddi etkisi ve gücü olan edebiyat işini yapan edebiyatçılar arasından da “kadirbilmezlik” olabilir. Toplumun bütün bireylerinde olabileceği gibi. Son tahlilde bu sistem topluma bireyciliği, benmerkezciliği, kendisinden başka herkesi ezmeyi, yok saymayı, mutlu birey olmanın ancak böyle mümkün olacağını vaaz eden bir ideoloji üzerinde, bir yalanlar manzumesi üzerinde kurulmuştur. Dolayısıyla edebiyatçılar arasında, var olan “kadirbilmezlik”, bir yere kadar bireysel bir tutum olarak kabul edilebilir. Bunu anlamak anlayışla karşılamak mümkündür. 

Ancak edebiyata bir “norm” olarak “kadirbilmezliğin” hâkim olması daha ciddi ve daha önemli bir durumdur. Belirtilen iki durumu, “edebiyatçıların kadirbilmezliği” ile “kadirbilmezliğin edebiyatta olumlu bir kural olarak işlenmesini” birbirinden ayırmak gerekir. Çünkü toplumu etkileyen en önemli araçlardan birisi olarak edebiyatta bir “norm” olarak, “vefalı olmanın” çok da gerekli olmadığını anlatan bir yaklaşım, insanlık düşmanı bir yaklaşımdır. Edebiyatta “kadirbilmezliğin” öne çıkartılması insanlığın bir değerinin yok edilmesidir. Böyle bir tutum tabii ki kötüdür, zararlıdır ve kabul edilemezdir.

Ne yazık ki bu dönemde sözünü ettiğiniz “vefasızlık”, bir kural olarak birçok sanatsal yapıtta değişik düzeylerde yer alabilmektedir. Böyle olması edebiyatın bireysel bir üretim olmasıyla izah edilmeye çalışılmaktadır. Edebiyatın bireysel bir üretim olduğu ve bu durumun bireye çok geniş bir imkân yarattığı, edebiyatçının da bu imkânları kullanacağı, kullanması gerektiği doğrudur. Ancak unutulmamalıdır ki edebiyat bireylerin ihtiraslarına bırakılamayacak kadar da toplumsaldır. Tabii ki birey olarak edebiyatçı ne isterse üretebilir. Ancak toplumun da bireyin olumsuzluk vaazeden üretimlerine karşı doğal reflekslerini geliştirerek kendisini korumak gibi bir hakkı vardı.

Sevgili İrfan belirttiğimiz gibi konu uzun ve kapsamlı. Şimdilik burada bitirelim. “Vefasızlık”, insani değerlere aykırı bir kötülüktür ve bu kötülük toplumun bütün kesimleri gibi edebiyatçıları da ne yazık ki etkilemektedir. Çözüm bu kötülüklerin doğmasına yol açan zemini yok etmekten geçmektedir...

-Aziz hocam, edebiyat çalışmalarınız ne durumda. Neler yapıyorsunuz. Okurlara, edebiyatseverlere yeni bir müjdeniz var mı, bu konuda neler söylemek istersiniz?

‘Elimde yayınlamaya hazırladığım iki önemli araştırma bulunmakta’

Aziz Tunç: Doğrusu ben edebiyat yazmaya ne yazık ki henüz fırsat bulamadım. Yukarıdan da belirtildiği gibi şu ana kadar daha çok araştırımalar yaptım ve onları yayınladım. Şu andan da elimde yayınlamaya hazırladığım iki önemli araştırma bulunmaktadır. Belki kıyaslamak doğru olmayabilir ama edebiyat yazmak araştırma yazmaktan çok daha önemli olmuştur benim için. Araştırmalar değerli bilgilerin açığa çıkartılarak topluma aktarılmasını sağlayan önemli çalışmalardır. Ama edebiyat kalıcı etkisi olan, değiştiren, dönüştüren yeniden yapan bir özelliğe sahiptir. Umuyor ve şiddetle arzu ediyorum ki hazırladığım araştırmalardan sonra edebiyat yazmaya imkânım ve fırsatım olur. Hem edebiyatın kalıcı etkisinin ve yaratıcı özelliğinin cazibesinden dolayı hem de kendimi daha çok yakın hissettiğim için edebiyat yazmayı çok istiyorum...

-Söyleşi yaptığım arkadaşların çoğuna sordum, aynı soruyu size de sorayım Aziz hocam. Çünkü bu konuda düşünceniz benim için çok önemli. Hepimizin bildiği gibi okumadan ciddi bir kaçış var ancak diğer yandan da şiir yazmaya büyük bir yönelim var. Bunu nasıl açıklarsınız, neye bağlıyorsunuz. Gelecek nesillere neler söylemek istersiniz?

‘Edebiyat bir bütündür ve şiir de bir edebiyat ürünüdür’

Aziz Tunç: Sevgili İrfan, bu sorunuz da diğer sorunuz gibi çok önemli bir sorudur. Toplumu meşgul eden bir noktaya dikkat çekmiş oluyorsunuz. Okumak ve öğrenmek bilgi sahibi olmaya ve hak arama bilincini geliştirmeye hizmet eder. Hâlbuki sistemin sahipleri hak aramayan, iradesiz insanlar yaratmak istiyorlar. Daha doğrusu egemenler, emeği,  bütün üretimi, zihinsel yaratım yetenekleri gasp edilebilen bireylerden oluşmuş bir toplum yaratmayı esas alıyorlar.

O nedenle hem toplumun paylaşmacı, dayanışmacı değerlerini savunan ve yaşatan roman, hikâye ve araştırma kitaplarının yayınlanmasını istemiyorlar. Hem de bu tür değerleri savunan eserlerin okunmasını gerçekten zorlaştırıyorlar. Yani “ben okumak istiyorum ama okuyamıyorum veya zamanım yok” diyen insanların birçoğu, gerçekten samimi olarak okumak istiyorlar ve gerçekten de ya zaman bulamıyorlar veya okumanın zorlukları karşısında kolayca pes edebiliyorlar.

Çünkü sistem bize öyle bir yaşam formu dayatmıştır ki, çok çalışmak zorunda kalıyoruz, okumak için zamanımız olmuyor. Veya günlük ilgi alanlarımız ve faaliyetlerimiz çok sık biçimde değiştiriliyor. İnternetin yarattığı araçlarla yüzeysel biçimde elde edilen bilgilerin rahatlığı, bizi okumaktan uzaklaştırmaktadır. Kitap okumanın gerektirdiği yoğunlaşma ihtiyacı ve yoğunlaşmanın zorluğu, kitap okumaktansa yanlış ve yüzeysel de olsa, internetteki bilgilerle yetinmeye, kitap okumaktan kaçınmaya yol açmaktadır. Bu durum reel gerçekliktir, ama normalleştireceğimiz bir durum değildir.  İşin aslı, evet sistem birçok engel çıkartıyor ama bizlerde kendimizi bu sistemin engellerini aşmak üzere yeterince disipline edebilmeliyiz. Öte yanda sizin değindiğiniz “şiir yazılmasına yönelim” aslında olumlu bir gelişmenin ilk adımları olabilir. Çünkü insanlık, değerlerini şiirle ve masallarla günümüze kadar yaşatmış ve getirmiştir. Edebiyat bir bütündür ve şiir de bir edebiyat ürünüdür. O nedenle “şiire yönelim” aynı zamanda edebiyata yönelim olarak devam edebilir ve insanlığa giydirilmek istenen bu deli gömleğinin parçalanmasına yardımcı olabilir. Yeter ki amaç toplumsal değerleri geliştirmeye hizmet etmiş olsun...

-Aziz hocam, son olarak neler söylemek istersiniz?

Aziz Tunç: Öncelikle sana ve okurlara çok çok teşekkür ederim. Özellikle sorduğun sorunların özgün sorular olmasından dolayı çok teşekkür ederim. Bugüne kadar bu tarz söyleşilerde hiç gündeme gelmeyen konulardan oluşturmuşsun sorularını. Böylece benim anlatmayı çok istediğim ama bir biçimde anlatamadığım birçok konuyu anlatmama fırsat vermiş oldun. Bazı sorularınla da yeni ufuklar açılmasına vesile oldun. Çok teşekkür ederim. Bütün okurlara, yayın organının emekçilerine ve emeği geçen herkese çok çok teşekkürler ederim...

-Bana bu güzel söyleşiden dolayı zaman ayırdığınız için teşekkür ediyorum.  Başarılar diliyorum...

Aziz Tunç: Ben tekrardan hepinize, özgürlük, adalet eşitlik için sömürüye zülme karşı mücadele eden herkese teşekkürler ediyorum...

Editör: Ali Abbas Yılmaz