Nöbetçi eczaneymiş gibi nöbetçi tekel bayileri olur. Bursa da Kuştepeye doğru 102 merdiven çıktıktan sonra ulaşılabiliyor nöbetçi tekel bayine. Gecenin kör vakitleri kötülüğünse gözlerinin fal taşı gibi açık olduğu, ikinin üçü kovaladığı vakitler. Radyodan duyduğum şarkı olmasa ve ezberlediğim birkaç cümlesi, korkudan ölebilecek kadar küçüktüm. Babama şarap almalıydım. Korktuğum iki şey vardı: İlki şarabı düşürüp kırmaktı ki kırılırsa bu karanlıktan, köşe başlarında içen yarasaların önünden yeniden geçmek zorunda kalacaktım. 98. merdivendeydim. Ayağa kalktıklarını gördüm, gece kadar karanlıktılar. İşte ikinci korkum üç kişi olmuş önlerinden geçmemi bekliyorlardı. Nasıldı şarkı nasıl! “Hani ıssız bir yoldan geçerken hani bir korku duyar da insan hani bir şarkı söyler içinden işte öyle bir şey.” İçimden şarkıyı öyle yüksek sesle söylüyordum ki, bana ne dediklerini duymadan titreyen bacaklarımla koşarak geçtim önlerinden onların. Kendimi tekel bayisine attım. Şarabı aldım. Işıkları çoktan sönmüş bir evin kapısındaki merdivende biraz oturdum. Kendime sımsıkı sarıldım, hadi kız dedım hadi... On Bir yaşımdaydım. Yardım istemek ne bilmiyordum, hem sonra tekel bayisinde bu saatte alkol satan suret yardım istenebilecek birimiydi ki! İçim, değil demişti. Mecbur geçecektim önlerinden eve giden başka yol yoktu, başka yolum yoktu. Koluma yapıştı içlerinde en genç olan, yirmi yaşlarında biri “ Kız sen iyice serpildin, bakayım memelerin ceviz kadar oldu mu”diyerek elini göğsüme götürmeye çalışırken, diğer ikisinin de kıyak kafalarından geçenlerle kalkmaya çalıştıklarını gördüm! Şarap şişesini yere vurup kırdım. O iğrenç ele vurdum kırık şişe ile! Koşarak, Yuvarlanırcasına indim şeytan merdivenlerini. Eve gidemedim, şarap yoktu çünkü. Mezarlığa gittim. Kırık şişe hâlâ elimdeydi. Yağmur başladı, en iyi arkadaşımdı yağmur, yüzümü damla damla ellerine yasladığım. Mezarlığa ışığı vuran sokak lambasına doğru kaldırdım kırık cam parçasını, camın rengi yeşildi, selvilerin yaprakları yansıyordu, belki de ondan yeşildi. Mezarlığın bekçisi, uzun boylu Selvilerin üniformaları yeşildi, yemyeşil. Yağmur ve ışık camın üzerinde vals yapıyorlardı, baştan çıkarırcasına... Bir şeyi sevebilmek bana o kadar uzaktı ki, ama şimdi bir cam parçasını sevmiş ve elimde tutuyordum. Sevmek, insana kendi varlığını hissettiriyordu bunu o gün fark etmiştim. Çok canım yanıyordu, başıma ne geliyordu, direkten dönmüştüm. Sevdiğim şeyi, o camı hissetme isteğim dayanılmazdı ve yanan canıma bedenim de eşlik etsin istedim. Sol bileğim ve cam birbirlerini hissetsinler istedim.
Sonraki zamanlarda da ne zaman canım yansa tenime o acının izini bıraktım. İç acılarımın haritasını bedenimde taşıyorum. Bazen birileri, “façalar da güzel” veya “psikopatmışsın abla sen de” gibi cümleler kurdular. Onlar faça değil kesik, onlar acı demekten hiç usanmadım. En çokta bunları yapmanın doğru olmadığını anlatmaktan hiç yorulmadım. İşe yaramayacağını bilsem de! İçinin acısı ile başa çıkabilecek kadar büyümek çok zaman alıyor, bazen o kadar büyüyemeye de biliyor insan. Özellikle annen- baban değil de acılar büyütüyorsa, acıya meydan okur hale geliyorsun. Çocuk olmanın ne demek olduğunu bilmeyen biri için acı, en iyi oyun arkadaşı olmuyor da değil. Bazen yaşama sebebin oluyor. Acı, öfkeyi bileyliyor ve keskin bir bıçaktan farkı olmayan bir karaktere dönüşüyorsun. Çok zamandır, cam kırıklarını sevmeyi sevmiyorum, şah damarım tanık. Sevmemekse gelmiyor kalbimden. Cam kırıklarını tabloya dönüştürmeyi, onlara olan sevgimi sanata dönüştürmeyi öğrendim. Acıyı ise öykülere dönüştürmeyi öğreniyorum. Değişmeyen ve dönüşmeyen sabit kalan her şey çürür ve çürütür. İnsanın zihni ve bedeni de çürümeye fazla elverişli, yeşermeye de. Yeter ki sevgi ile sulamayı ihmal etmeyelim. Ama, güzelleştiren sevgi. Kendini ve diğer canlıları güzelleştiren içten sevgi. Aklını, fikrini ve yaşama bakışını güzelleştiren sevgi. Hayal kurmayı öğreten, yaşamı sevdiren sevgi. Ağaç olur, taş olur, insan olur, canlının her türlüsü, bu bir yılan veya kuş da olabilir. insanın içindeki sevme duygusunu söküp almayan, köklerine zehir salmayan, asit dökmeyen, insanı sevmeye “töğbe” ettirmeyen, yaşatan öldürmeyen sevgiler. Sevme duygusuna insanın sevilmekten çok daha fazla ihtiyacı olduğunu düşünüyorum, doğru veya yanlış bu düşüncem. Ama insanın, kötü olmayı seçmemesi için içindeki sevme duygusunu her şeye rağmen kaybetmemesi gerektiğinden en azından kendi adıma kuşku duymuyorum. Taşlara resimler yapıyorum, daha da güzelleşiyorlar. Bazı insanlarsa sevsek de güzelleşmiyorlar. En çok üzüldüğüm şeyse, sevmenin insanlaştıramadığı, güzelleştirmediği insanlar nedeni ile kendine sevmeyi yasaklayan insandaşlarımın sevgisizliğe kendilerini mahkum edişleri. Bin kere sev bin kere yanıl ama sevmekten vazgeçme diye avaz avaz bağırıyorum bazen halka açık yerlerde! Sevginin olmadığı kalpte şefkatte tutunamıyor çünkü. İnsanı, hayvanı, çocuğu, bitkiyi, sokağı, tavanı, taşı, toprağı sevemeyen, çevreyi çöplüğe çevirerek doğayı ağlatan birileri yüzünden, sevmekten vazgeçerse insan en büyük haksızlığı kendine yapar ki, her haksızlığın bedeli vardır ve ağırdır. Bedel ödeyebileceğimiz kadar “haksızlık” yapmamız bedel ödetmeyecek kadar sevmemizle doğru orantılı.
Her yeni gün bilmediğimiz bir yol yaşam yolunda, ezberimizde bir şarkı tutalım “hani ıssız bir yoldan geçerken hani bir korku duyar da insan hani bir şarkı söyler içinden, işte öyle bir şey.
Tüm korkularıma yoldaşlık etmiş şarkıya teşekkürlerimle...