Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü (ADİLOŞ BEBEM.) Ahmet Arif İslam'ın 5+1 şartı vardı altıncısı haddini bilmekti. Altısına da iman ediyordum etmesine;  ama en çok da hadsizlere haddini bildirmeyi seviyordum... İmanın altı şartından sadece ahirete iman etmiyordum onu yetine intikama iman ediyordum... Sense sevgilim cennet ve cehenneme iman etmiyordun, onun yerine aşka iman ediyordun. İkimizde özgür özgür yanacağız cehennem meleklerinin gözlerinde... Yanacağız ve yanarken de elbet aklımız başımıza gelecek sonradan sonradan ve Elvis Presley bağlama çalıp söylerken ikimizde ona bir Ahmet Kaya şarkısının notalarında eşlik edeceğiz... "Ne sen Leyla' sın ne de ben Mecnun Ne sen yorgun ne de ben yorgun Kederli bir akşam, içmişiz sarhoşuz, hepsi bu Hep sonradan, gelir aklım başıma, hep sonradan, sonradan" Aklımız başımıza sonradan geliyordu ;ama sonradan yine kafayı yiyorduk ve Erich von Däniken'e  inanıp inanıp  Tanrıların Arabaları'na bilmiyorduk... Ve haydi bakalım Düttürrü Dünya... Düüüüüttttt....... Ben gündüzü kovalıyorum, gündüz geceyi kovalıyordu  henüz  avcılık ve toplayıcılık çağlarının hangisinde olduğunu karıştırırken  insanlık. Aslan av olduğunu bilmeden avcı olma hevesinde  ceylanı kovalıyordu, Ceylan farkındalık  ve evrimle doğaya  selam sunuyordu... Herkes birbirini kovalıyordu, kim kimi niçin neden kovaladığını bilmiyordu. Kaçan kovalanır oluyordu, kovalayan kova oluyordu kova kova  düşlerde düşerken paraşüt bulutlara... Gece  kimi kovaladığını düşünüyordu, Sokratesçe ve tavşan kaç tazı tut misali kuşlar kedilerle kardeşlik türküleri söylüyordu... Geceyi kovalayan tazı   bendim tavşan  da sendin yalnızlık uçurumlarında. Tavşan kaç, tazı tut  diye tezahürat yapan da bendim. İnsanlık kaçıyordu, trenler tutmaya koşuyordu vagon vagon karaktersizliklerde. Nem kaldıysa öteye savurmuş kendini yaşamaya çalışan yalnızlığın iç toplamlarının sonsuz karesi olan muhteşem ikiliydik ben ve sen. Sen topaç çeviriyordun, ben seni çeviriyordum; bir çemberin ortasında çemberler daralırken. Henüz senin ekmeğe papa, memeye mu dediğin zamanlardı... Tarlalarında bebeler  cirit atıyordu Tarlabaşı'nın ve  saatler  25'i gösteriyordu. Çünkü buralarda saatler yetmiyordu yaşamı yakalamaya ve gün 25 saat yaşanıyordu... Ve ben 7/23 emrindeyim sultanım... Sokaklar rengarenkti; ama siyah beyaz kardeşliği ağır basıyordu ve çarşı bütün halkların kardeşliğine düşman olan herkese karşıydı... Geziye geziler düzenlenmemiş, Ekmek taşıyan çocuklar daha vuruşmamıştı... Taksim Okmeydanı’na bakıyordu kalbimin meydanına oklar atılıyordu Ok meydanlarında. Taksim meydanında bir otobüs garipliğinde canlı yayın yaparken canlı TVler ahlaksızlığı, canlı bir bomba patlıyordu; tüm insanlığımı kan gölüne çevirip... Jaws'ların meydanlarda cirit attığı doğanın tarumar edildiği kelek kel kelebek insan zamanlardı... Tarlabaşı'nın dar cicimli bacımlı  sokaklarına daldım , kör bir  kuyuya dalan Mem  gibi. Zin beni duymuyordu oysa... Köşebaşında ben artık bu işi yapıyorum diyen Leyla'yı görüyordum bilmem ne çenem sakız misali ilaç satılan binanın alt katında Mecnun'u görüyordum... Sonra az köşede dans eden Gregor Samsa'lar gördüm insanken de kimsenin görmediği, böcekken de.. Yürüyordum; ama ışıklar şarap içmiş gibi başları dönüyordu bu şehirde ve  benimle yürüyorlardı; hatta inanmazsınız, ama benimle konuşan ışıklar bile vardı. Köşe başında bacılar ahhh diyordu, sen diyordu, yakışıklı diyordu. Ben Batmanlı olmayı bırakıp oralı oluyordum. Eyvallah bacılar diye türküler çığırıyordum türkü türkü. Sokağın ortasına avuçlarını açmış ve ğöğe bakan beyaz takım elbiseli adamla kısa bir merhaba dedikten sonra koyu bir muhabbete dalıyorduk... Adam o kadar kibar ve nazik konuşuyordu ki insanın kendisini binbir kuyuya bırakası geliyordu... Şiir okuyan şairden daha temiz bir usluba ve kalbe sahipti... Hele az yuvarlak sakallıyla bir meleği anımsatıyordu adeta.... Ya da ben hiç melek görmemiş hiç dürüst şair tanımamıştım... Abim benim ne iş yapıyorsun diye sordum; el cevaben pezevenklik yapıyorum, dedi kardeşim.  inanmamanın verdiği şaşkınlık ve hüzünle estağfurullah deyiverdim, ne estağfurullahı lan basbaya bildiğin pezevengim işte deyiverdi... Çırılçıplak  karşımdaydı ve nefes alıp veriyordu gerçeklik... Yalan yok, hile yok. Yalan kral ve kral çıplaktı. İkiyüzlülük yoktu... Şok şok şok... Gerçekliğe hiç bu kadar yakın olmamıştım. Demek ki neymiş gerçekliği bir pezevengten de öğrenebiliyordum. Etrafımda binlerce pezevengi vardı bu şehrin ve hiçbiri kabul etmiyordu; oysa pezevengliğini... Olmayanların affına sığınıraktan  ki çoğunluk değil bunlar ve de tertemiz olan çoğunluğu  tenzih ederekten... Hakimi, doktoru  fırıncısı, savcısı, avukatı, bakkalı, Çakalı, esnafı, asayişçisi Öğretmeni, ticaretçisi çiftçisi, bürokratı, bir büro bile yönetemeyeni, sanatçısı, zanaatkarı,  milletvekili, milletsizvekili, bakanı bakmayanı, iktidarı, iktidarsız olanı vs. yani her kesimden pezeveng olup da yıllarca takım elbiseyle pezevenglik yapıp bir  de üstüne üstelik pezevengim diyemeyecek kadar sürü sürü egoları itleşmişler  vardı memleketimin her yanında... Başka meslekler sayıp kendindeki ahlaksızlığı görmeyen  o kadar kişi vardı ki ki pezevenglik dans ediyordu bulvar meyhanelerinde... Doğayı da doğamızı da denizlerimizi de kirleten, bulutları da  ağlatan, insanlığı da  kahreden, kadınlara şiiddeti reva gören de, çocuklara tacizde bulunan da, işte bu pezevenglerdi... Bunlar pezevengler, engerekler, çıyanlardır diyordum  ve haykırıyordum  Ahmet Arif gibi. Bunlar, Engerekler ve çıyanlardır, Bunlar, Aşımıza, ekmeğimize Göz koyanlardır, Tanı bunları, Tanı da büyü ADİLOŞ BEBEM...