Kim?

- Ya arkadaş, sen neden bu arsaya kediyi, köpeği doldurup bize musallat ettin? Leş gibi hayvan kokuyor mahalle. Gerçi senin de bu hayvanlardan farkın yok hani; şu üstüne başına bakılırsa. Ne ayaksın oğlum sen! Bütün gün çöpleri karıştırıyorsun. Kendine bakamayan insanların şu kahramanlıkları hasta ediyor beni, hastaa! Kesin sen de şu insan sevmeyen hayvan sevicilerdensin.

- Suat, bırak şunu ya, deli midir, divane midir nedir. Sıyrık olduğu besbelli, hayvanlara akordiyon çalıyor lan bu akşamları.

- Aha ha ha, bir akordiyonu eksik bu kıtipiyozun. Bir resital de bize verirsin artık. Erkan sever müziği. Değil mi Erkan?

Hiişş, kime diyorum! Dilsiz misin sen? Aç bakayım ağzını, dilin var mı bakayım. Bak hâlâ ekmek doğruyor ya. Bildiğin iplemiyor. Senin var ya...

Birkaç dakika içinde yüzü, sakalı kana boyandı. Adını bilmiyorum, akordoyoncunun adını kimsenin bilmediğini üç gün sonra anladım. Bir kimliğinin dahi olmadığını, resmi kayıtlarda  ölü mü yoksa diri miydi bilmem, ama gayri resmi kayıtlarda dipdiri olduğunu gözlerimle aylarca gördüm. Kediler, köpekler ve kuşlara çöplerden topladığı yiyecekleri, ıslattığı bayat ekmekleri semtin arsasında, bizim evin tam karşısında küçük kolilerle ikram ediyordu  akordiyoncu. Bir cümbüş olurdu, kediler, köpekler yiyecek için kavga etmez ve ben buna

şaşırırdım. Çünkü insanlar gibi değildi onlar. Kuşların şarkılar söyleyerek doyuşlarına, su içerken gökyüzüne gözleri gülerek bakışlarına hayran kalırdım.

Kaç gece onu köpek ya da kedilere sarılmış uyurken gördüm, sabahın kaç erken vakti saçına, sakalına kuşların konduğunu, onunsa uyanmadığını defalarca izledim. Alacalı ve çok sıska bir köpekle uyuduğunu daha fazla gördüm. Bazen düşünürdüm, acaba birinin yerine mi koyuyordu alacalıyı, ki daha bir sıkı sarılışı bunun için miydi ona? Kim bilir? Gün doğmadan kalkıp camiden litrelik bidonlarla su taşıyordu. Çok ağır yürüyordu. Yorgundu, yaşadıkları ve yaşamadıkları ağırlığındaki yorgunluğu sanki kara gözlerinin yüzüne düşen gölgesinde kök salmış gibiydi. Saçları gecenin komşusu olduğunu belli ediyordu,  solgundu, saçları çok solgundu! birkaç beyaz tel yerleşmiş sakallarının kıvrımlarında su yolu misali, aralıklar vardı, gözyaşlarına geçit olmanın izleri olmalıydı. Çok ağladığı belliydi. Gerçekten belli miydi, yoksa ben mi öyle okuyordum? Yüzündeki ifade El Greco’nun bir resmine benziyordu. Fakat şimdi o yüzü kanlar içindeydi. Bir “ah” bile etmemişti. Suat ve Erkan yani mahallenin zibidileri, aralarında top oynar gibi birbirlerine akordiyoncuyu fırlatırken, akordiyoncu birden düştü ve anlını lanet bir taşa vurdu. Ambulansı aradım, o kadar kısa sürede oldu ki her şey, sonucunun böyle olacağını fark edemedim işte, yoksa tüm konuşmaları duyduğum bahçenin duvarından atlar onlara engel olamasam da, ne bileyim, en fazla bir dayak da ben yerdim, ki böyle içim içimi yemezdi üç gün boyunca...

İsimsiz için sela verilirken, her isimsizi seslendirdikleri gibi ona da Abdullah oğlu Abdullah dediler. Akordiyonunu dut ağacıma astım. O dut ağacıma neler asmadım ki, tanığı olduğum her bir acıyı bir küçük bez parçasıyla düğümlüyordum dut ağacıma. Dilek ağacı değil, acı ağacıydı o. Aslında her dilek ağacı biraz da acı ağacı değil mi? Camiye koştum. İmam sahip çıkmıştı cenazesine, cemaatten dört beş kişi cenaze namazını kıldı. Yine ağlayamıyordum, kimseye zararı olmayan bir insanı öldürdüler. Acaba kendine zararı var mıydı ve bu bir suç muydu canlılar aleminde? Eğer suçsa, bu kimin/kimlerin umurundaydı ki?

Dört insan akordiyoncunun tabutunu omuzladılar. Pınarbaşı Mezarlığı’na gömülecekti akordiyoncu. Her akşam mutlaka kedi ve köpeklere “Hasretinle Yandı Gönlüm” şarkısını çalıyordu. Birinin yokluğundan gönlü ölmese bu şarkıyı çalarken akordiyon öylesine iç çeker miydi hiç... En sevdiğim şarkı, ilk sevdiğim şarkı ve dünyadaki son günümde dinlemek isteyeceğim son şarkı. Mezarlığa giden yol boyunca kedi ve köpekler dostlarının arkasından sanki insanlar adına utanırcasına bir o kadar da saygıyla başları önlerinde tabutun ağır adımlarla yürüyorlardı. Yeryüzü komşularımız olan her bir canlının diğerinden ne daha az ne daha fazla yaşama hakkı olmamasına rağmen insan hayvandan, güçlü güçsüzden çok daha fazla yaşama hakkı olduğu yanılgısından ibaret üstünlüğü ile diğer canlıların katline ferman veriyor olması ne hazin. Evrenin cehennem katı olan hayatta, suçu kötü olmamak olan akordiyoncuyu zorbalar öldürmüştü. Ne diyorum ben? Kötü olmamak nedir ki, iyi olmamak mı acaba? İyi olmak ne ki, kötü olmamak mı?

Kuşlar her sabah gün doğumu ile evgâh eyledikleri mekânda  akordiyoncunun ıslattığı ekmek kırıklarını dans ederek yiyemiyeceklerdi artık... Tanrılara sunulan kurbanlar gibi ekmek için kurban değil, sevgi için ekmeği kurban eden akordiyoncunun kuşları da cenazeye ağıtlarıyla katıldılar. Sesleri binlerce sözcükten keskindi, kanatlarını neredeyse çırpmadan süzülüp tabutun üzerinde semaha duruyorlardı...

Mezar taşına bir sol anahtarı çizdim ve artık müzik başlasın! Yerin altındakiler yerin üstündekilere serenat yapıyor, duyuyor musun? Hayır duymuyorsun, aklının gürültüsü kalbini sağır etmiş! Akordiyoncunun ölüsünü kuşlar, köpekler ve kediler kaldırdı, ya bizim yeryüzünde gezen dirilerimizi ölüm uykusundan kim uyandıracak sevgili... Kim?