Ayakkabılarımın içi vıcık vıcık kan. Benim kanım; bedenimden akıp gidiyorsa nasıl benim kanım olabilir ki? Hayatının nasıl olması gerektiğine başkaları karar verdiğinde o nasıl yaşamak olmuyorsa işte öyle... Bulvarda, üzerine su dökülen sulu boya resim gibi dağılarak bir kaybolup, yine birbirine karışan kaç insan duyuyor bu şarkıyı acaba? Yaşadığım bir oda vardı, yaşadığım mı dedim? Yaşayamadığım olmalıydı. Duvarlarına, siyah pastel boya ile defalarca yazdığım, şimdi de titreyen bacaklarım gibi hissettiğim şarkı, “yokluğunda öldü gönlüm.” Neden ben bu şarkının bu cümlesini duyuyorum sadece, neden! İnsan acı çekerken acısını azaltacak yollar ararmış gibi bir cümleyi bir yerlerde okumuştum. Ben neden acının koynuna sokuluyorum, neden kaçmıyorum acıdan? Gözlerim kararıyor. Şarkı hala devam mı ediyor, yoksa gözlerimi de bulanıklaştıran zihnim oyun mu oynuyor bana? Ne bitmeyen bir şarkı bu! Nereye gittiğimi, nereye gitmem gerektiğini bilmediğim; belki de gideceğim bir yer olmadığından hiç durmadan yürüdüğüm sokaklarda hiçbir şey aramadan ne arıyorum ben? Bir ev mi? Oysa çatısı uçalı çok oldu tüm evlerin. Ruhumun sokakta olduğunu hissettiğim zaman ne zamandı? Yoksa hep öyle miydi?

 Saçlarımı kestim bu hıdırellez, mahallede ki tüm evlerin kapılarına astım birer tutam. Saçlarımı sevmiyorlardı komşular, en az beni sevmedikleri kadar. Belimden aşağıda olan kıvırcık saçlarım olmasın istiyorlardı. Gözümün görebildiği hiçbir yerde duran hiç kimse sevilecek gibi değildi, sevmiyordum. Hayal mi acaba bile demeden, var dediğim ve bir yerlerde yaşadığına yemin edebilecek kadar varlığını hissettiğim birine, belki de herkese; hayatın kendisi ve aldığım nefese bile sevgisizliğimin zıttınca aşık olmamın nedeninin; sevecek bir şey bulamıyor olmam olduğunu bilmiyor olamazdım! Yoksa bildiğime inanmıyormuydum.... Sezai (mahallenin delisi(!)) beni hep kaçarken görüyordu. Ya kendimden ya da insanlardan. Hep koşuyordum, bir insan ne kadar hızlı kaçabilirse o kadar hızlı koşarak kaçıyordum. Çünkü, yürümeyi bir türlü öğrenmediğim bir çıkmaz sokaktı hayat. Kaçar adım koşmayı seçmiştim. Beni ne zaman koşarken görse “ayaklarını yere sağlam bas daha sağlam “ diyordu, sakın düşme! Ah Sezai! Insanlar ve acı, kaçtığın yer yine acı. İnsanlardan, insana kaçmaktansa tenine kadar işleyen içindeki acıya kaçmak ama asla sığınmamak... Ne Sezai ne de ben kimseyle konuşmayacak kadar kafalarımızın içinde kendimizle konuşuyoruz gibi geliyordu bana. Sanki çevremizdeki insanlar sağır biz de onlara karşı dilsizdik. Ama ne zaman peşimde benliğimi, bedensel varlığımı zincirlemek isteyenler olsa, Sezai bir yerlerde beliriyor, arkamdan bağırıyordu, “Daha sağlam bas yere daha sağlam!..” Dizlerimin biraz daha beni taşıyacağını sanmıyorum, kanımın kokusunu duyuyorum, bir de çocuk parkında duvara sarılmış hanımelilerin kokusunu. Güzel kokan şeyler de var insanların kirletemediği. İnadına inadına güzelleştiren ne görsem dudağımı sağa büküp oh olsun işte deyip pis pis gülümsüyorum ve içime güç geliyor. Hadi, sen de diyor içimin sesi, hadi sen de güzel ol; çirkinleştirmeyen bir şey ol ama adı insan olmayan! Hadi, sen de güzelleştir. Benim güzelleştirebildiğim hiçbir şey yok ki, kendim de dahil ve bu fiziki değil. Bende güzel olan tek şey hayalim, onu güzelleştiriyorum. Sürekli ona bir güzellik ekliyorum, hiç duymadığım sesine- sözlerine... insanlarda gördüğüm ne kadar can yakan özellik varsa, ona, o özelliklerin zıttını ekliyorum ve ona eklerken öğreniyorum ne olmamalı insan ne!..

Neresi burası siz de kimsiniz?

“Korkma, bizden sana zarar gelmez. Çocuk parkında oturuyorduk, üstün kan içinde; kendi kendine konuşuyordun, kötü görünüyordun. Yanlış anlarsın diye yanına yaklaşmaya çekindik önce, hema içimiz elvermedi seni öyle bırakmaya! Yıkıldın-yıkılacaksın diye konuşurken baktık ki durdun, tam düşüyordun Sinan seni yakaladı. Ben Ahmet, sen kimsin?”

Düşmedim mi yere?

“Dedim ya Sinan yakaladı, düşmedin.” Sinan hanginiz? “ Aha şu duvarın dibinde arkası dönük oturan.”

Adı geçince Sinan yönünü bize çevirdi. Bir insanın düşmemem için tutması hiç hoşuma gitmemişti. Peki ya düşseydim? Eğer düşseydim sadece Sezai’den utanırdım... Benimle birlikte dört  kişi vardı, yerleri gazete kağıtları, eski çuvallarla  kaplı çukurumsu, camı olmayan pencerenin Uludağ’a baktığı, iç duvarları içe yıkık bir binanın içindeydik. Önceleri yaşamış olanlardan hiçbir izin, kokunun ve dokunun kalmadığı, çatısı kırık bina sanki batık bir gemiydi. Tahminen on dört, on beş yaşlarında olan çocuklar ve ben, hayat kapanından kaçan fareleri andırıyorduk.

-Neden bana öyle dik dik bakıyorsunuz?

“Kızma ama, deli deli bakıyon ona şey yapıyoz” derken biri, hepsi gülmeye başladılar. Gülme krizini başlatan, kıvırcık saçlı küçük insanın adı Eyüpmüş.

Ben de gülümsedim...

İnsan kendi sesine küser mi?  Duyulmadığında küser, sessizliği görülmediğinde küser. Hiç konuşmuyordum birkaç yıldır ya da hep konuşmuyordum, bilmiyorum...  Ama bir şeyler söylemeliydim bu çocuklara. Onların sesinde kendi iç sesime benzeyen notaları duyuyordum. Gülüşlerinde kanat sesleri vardı acının. Bu çocuklar bakışların dilini biliyor olmalılar, sürekli gözleri anlam avlamaya çalışıyor çünkü. Sokakta yaşayan insan; bedenin, bakışların, davranışların dilini öğrenmezse ölür. Sokakta yaşamanın olmazsa olmaz kuralları olduğunu ben bile öğrenmiştim. Eminim ki onlar benden de iyi biliyorlardı, sürekli insanı okumak gerektiğini! İnsan, bir evin içinde yaşasa da o eve ait hissetmiyorsa, evin duvarları labirent oluyor. Her biri başka bir sokağa açılan duvarlar  aynı labirentin faklı bir çıkmaz sokağı oysa... Kaçtıkça da kendi gölgesine takıldığında ara sıra durabiliyor insan, tabi burun üstü çakılarak. Adımı sordular. Doğduğumda bana verilen adı unutmak, doğmama neden olanları unutabileceğim düşüncesi yaratıyordu bende. Unutmak istiyordum. Biraz düşündüm ve Hülya dedim. Nedenini benim bildiğim bir güzelliği olsun adımın istedim. Benim için tek güzel şey, şu hapsolduğum dünyada hayalimdi ve benden daha gerçekti benim hayalim. Beni ölmekten alıkoyacak kadar gerçekti O. Hülya olsun benim adım tek gerçeğimle seslensin insanlar bana!

- Hülya! Adım Hülya!

Adlarını sormadım, onlar da söylemediler. Kendi aralarında konuşmalarından anladığım Eyüp, Ahmet, Sinan üçlüsüydüler. Tepemize göçmesi ufak bir sarsıntı bekleyen bu mekanda her birimizin kendi hikayesi ağırlığınca, hayatın altında kaldığının çok net okunduğu bir metnin içindeydik.

Ben baygınken pantolon ayarlamışlar, spor ayakkabılarımı yıkamışlar ve güneşe kurumaları için bırakmışlar. Beni yatırdıkları yatak, yaklaşık on santim kalınlığında eski kıyafetlerin üst üste konulmasından oluşuyordu. Yastığım ise içine gazeteler doldurulmuş bir poşetti. Sanki kuşların tüyleri toplanmışta yapılmışcasına rahattı. Kendimi  iyi hissediyordum, ev denilen cehennemden azat olmuş kadar iyiydim işte!

 ”Çay içer misin Hülya”, dediğinde Ahmet, bastım fırçayı! Abla de abla!

Yine yüksek sesle gülüyorlardı. Gülmek onlar için acıya meydan okumanın yoluydu, gözlerinin eşlik etmediği gülüşlerinden anladığım buydu.

“Sen bizden küçüksündür neden abla diyek ki sana?” dedi, gülüşüne alayda ekleyerek Ahmet.

On yedi yaşıma giriyorum ben Ekim de, gibi gereksiz bir cümle kurdum.

“Sen nasıl böyle çelimsizsin? Biz seni on üç, on dört yaşında he bir de erkek sandık ilk anda, saçların çok kısa” derken bir kahkaha daha fırladı, fırlama olduğu her halinden belli olan Eyüp’ün ağzından...

Dizleri yırtık bir mavi kot uzattı geveze Ahmet. Bunca kan neyin nesi diye soruyordu gözleri hepsinin, şapkasının altından yan yan bakan ama hiç konuşmayan Sinan’ın da sorusu aynıydı, anlaşılıyordu. “Bir saate yakın baygın kaldın, seni buraya getirdik, parkın hemen arka tarafı burası.” Pantolonu ayağımın dibine tedirgince yaklaştırdı Ahmet. Arka tarafta bir tek ceviz ağacının olduğu bahçeye çıktılar.

Kapısı olmayan tuvalette pantolonu yapış yapış bedenimden sökerek çıkarttım ve değiştirdim. Konuşmalarını duydum. “Olum pantolonu, ayakkabısı, marka lan bu kızın. Başına bir iş gelmiş ama nasıl sorak” diyordu Ahmet. “Yaralı olmasın” diye de fısıldıyordu. Duyduğum diğer seslere benzemediğinden, duymadığım tek ses  “Sormayın” diyordu, yani Sinan.

Konuşacak halim olmadığı gibi nefes alacak gücüm de yoktu. Sigaranız var mı diye zorlukla sordum, su var mı dercesine can havliyle!

Eyüp hemen sigara paketi ve çakmağı bıraktı yanıma. Birbirine ekleyerek üç sigara içtim. Küçük tüpte tek demlikle son derece çabuk demledikleri çaydan yarım bardak zor içebildim. Kaç gündür hiç durmadan aynı cadde ve sokaklarda yürümüştüm, bilemiyordum. Ne su içmiştim ne de bir şey yemiştim...Topladığım kotiklerle sigarasız kalmamıştım, sigaram varsa başka bir şeyimin olmaması umurumda olmuyordu. Babamın yatağının başında her zaman duran para demetlerinden birini alsam birkaç ay beni idare ederdi aslında ama ona ait bir şeyi almam bana, sen de ona aitsin fısıltısı yapar diye ona ait her şeye tükürerek yaşıyordum.

“Hep böyle çok mu sigara içen?”

Gülümsedim, Eyüp’ün soru biçimi çok içtendi...

Ben sigarayı içmiyorum onunla nefes alıyorum deyiverdim. Ne demek istediğimi anladıklarını en çok gözlerini kaçırmalarından anlıyordum. Onlar da çayı içemeyişimden benim aç olduğumu anlamış olmalılar ki, Ahmet içinde peynir olan ekmek parçacığı uzattı.

 Bir lokma ısırdım ama yutamadım, Eyüp’ün verdiği suyla yutabildim, ağzımda işkenceye dönüşen lokmayı. Aç olup yiyemiyor olmak boğazında düğümlü olanların yenilir yutulur olmayan cinsten oluşundan. İnsan bir defa kendini acıya bıraktığında; en azından benim gibiler dibini görmek istiyor. Hadi bakalım diyor, ne yapacaksın görelim! Yetiyorsa gücün öldür ey acı! His/edebildiğin tek duygunun koynunda ölmek çekiyor insanı, ondan kaçmayıp, teni ölüm rengi bir sevgiliye sokulur gibi sarılıyor insan en iyi tanıdığı o hisse.

Konuşmak çok anlamsız geliyordu bana, duysalar da ya anlamayan ya aldırmayan insanlarla doluydu, sokaklar, evler, mahalleler. Çiçek seni dinler, acını anlatırsan; boynu ya sağa ya sola bükülür. Tanığım  konuştuğum karanfiller öyleydi.

Pat diye konuşmaya başladım.

Bir çocuk doğurdum, piç dediler, değildi oysa ama ben onlara değil bile demedim.

Eyüp kekeleyerek sordu

“Kim onlar Hülya abla?

-insanlar ve beni dünyaya getiren insanlar! Aynı şeyleri sevmediğimiz, aynı şeylere inanmadığımız, aynı düşünmediğimiz ve üzerime biçtikleri kimliğe zorla sokmaya çalıştıkları için ellerinde patladığım insanlar. Daha cümlem bitmeden göğsüm sızladı, göğsümden akmadı fışkırdı süt! Yağmur’a yaşam suyu olacak sütler yaşamsızlığa akıyordu. Susarsam bir daha konuşacak değildim. Susmadım. Babam çocuğu istemedi, o çocuğu istemediği için ben de o evde kalmak istemedim. Doğduğumdan bu yana kalmaktan nefret ettim o evde kısmını içimden söyledim, eminim onlar onu da duydular.

Ahmet’in tedirgince “abla çocuk nerde” sorusu, başımın sol yanına saplandı!

Halasına bıraktım. İki günlüktü. Babam iki gün iki gece bana işkence etti. İstemiyordu çocuğu, boşandıktan iki gün sonra doğurdum. Erken doğum yaptım. Yirmi bir dikişim olduğunu yine içimden söyledim. Bırakmaktan başka çarem yoktu Yağmur’u. Bir daha o eve dönmeyeceğim. Yağmur bir kilo üç yüz gram doğdu. Karnımdaki çocuğu besleyecek ne yemek ne de ortam yoktu. Sokakta, orda- burda yaşarken öyle oldu işte!

“Abla senin günahın neydi de böyle oldu, hiç akraban falan yok mu? Derken ellerinin titrediğini sigarasının titremesinden gördüm Ahmet’in.

Sokakta yaşayan biriyle evden kaçtım ve elaleme karşı adlarını temizlemek için de güya evlendik.

Gözleri kilitlendi üçünün de gözlerime.

“Bebeğin babası nerde abla?” Diye soran Eyüp oldu.

Bilmem, unuttu beni. lanet olası maddeye düştü kendini de unuttu beni de!

“Nerde unuttu seni?” demesi ve yerinden hışımla fırlaması bir oldu  Eyüp’ün. “Ne biçim adam bu”, derken art arda ettiği küfürleri böldüm...

Sokakta işte sokakta! Ne adamı, on altı yaşında o da!

 Oturduğum kartona sızan kana bakıyorlardı öfkeyle, tişörtün önünü sırılsıklam eden sütten gözlerini kaçırıyor olmalarından anlıyordum ki, göğsümden de süt rengi kan aktığının farkındaydılar. Acaba biliyorlarmıydı doğum yapan bir kadının kırk gün kanadığını. Bilmedikleri,  “lohusa“ olan biri, kanayarak adımladığı yerlere kanını bırakarak bir şehrin göbeğinden neden geçer sorusunun yanıtıydı. O yürüyüşün, hiçbiriniz aslında yoksunuz deme biçimi  olduğunu hiç kimseye hiçbir zaman söylemedim. Ne takvim ne de saate bakma huyum olmadığı gibi hangi yılda olduğumuzla da hiç ilgili olmamıştım. Zamanın dahilinde olmamak hayatın dahilinde olmamak gibi geliyordu bana. Zamana endeksli yaşayan prefabrik hayatlı insanlara isyanımdı, zamana ilgisizliğim. Hurdalar, birilerinin eskilerini toplayarak geçinmeye çalıştık  çocuklarla, o batık gemiyi andıran sığınağımızda. Büyüdüğüm evde tıka basa dolu olan buzdolabı, yokun olmadığı o sofralara benzemeyen; karpuzlu, peynirli kardeşliğin ve dayanışmanın olduğu sofralar da birlikte doyduk.

 Yağmur’un öldüğü ve benim ölemediğim gün gelene dek...

Sonrası mı? Sonrası hep ölememek. Aklımın ipi koptu. Yağmur’un mezarında günler, geceler boyu kapaklanıp kaldım. Onu “ben öldürmüştüm.“ Onu dünyaya getirerek öldüren bendim! Onun üşüdüğünü düşündükçe, yanan ciğerlerimle aldığım şey nefes değildi. İnsan acıdan ölürken, Zaman orada diz üstü yere yığılır, yürümez acının olduğu yerde zaman. Aldığın, alamadığın her nefeste vakit hep bitmeyen bir an! O acının dışındaki insanların zamanlarıyla uyumsuz, zamanın göstergeli birimlerini acının dışındakiler görebilir sadece, acının içindekiler değil.

Boğazına kadar karanlığın en koyusuna batmış, ölümün ışıl ışıl gözleri ile baktığı uçurumun kenarında durdum. Yağmur yağıyordu hem gözlerimden hem göğün yüzünden. Gözlerim kararırken kapkara gözleri ile ta kalbime bakan “O” nun mu ölümün mü gözleriydi, ne fark ederdi ki... Bileklerim yaşamsızlığa atarak zonkluyordu, kesik kesik nefesim sızlayarak akıyordu  damarlarımdan parmak uçlarıma. Bir adım daha attım uçurumun başlangıç noktasına. Sonrası, düştüğümde tamamlanacak tek adımdı. Attım!