Akşamdan kalma değil, uykusunu alamamış hiç değil, kesintisiz uyumaksızın geldim havalimanına.

Kızım, ben geleceğim diye dün akşam ağzı kulaklarındaydı. Gece metrobüste ineceği durağa yakın bir yerde, annesinin telefonu üzerine, elindeki tablet ve poşetleri yan koltuğa bırakıyor. Annesiyle konuşurken, inmeden tableti ve poşetleri alıyor. Sonra el çantasını unuttuğunu ayrımsıyor; ama metrobüs kalkıyor. Görevliye haber bırakıyor. Gece annesiyle konuşurken ağlayışı, bizi alt üst etti. Nedense iki güzellik bir araya gelmiyor işte!

Gece yarısı Şair kardeşim Adnan Ay’ı aradım. Telafi edilmeyecek hiçbir şey yok, dedi. Kadim arkadaşım Avukat Fikret Aktaş’ı aradım. Uykulu uykulu konuştu: Kimlik de, kartlar da rahat çıkarılır burada. Hiçbir sorun yok, dedi. Ben de hemen sonrasında kızımı aradım ve ona hiçbir sorun yok, dedim. Ona, teknoloji dönemindeyiz. Bak ben yarın oradayım. Kimliğini, okul ve yurt kartlarını; hemen çıkarırız, üzülme, dedim. Banka kartının da canı cehenneme! Hem bir öğrencinin ne kadar parası olur ki?

Sabah 9.30 sularında ben havalimanının kontrol noktasından geçerken telefonum çaldı. Arayan Avukat Fikret Aktaş’tı. Kızımız, el çantasını buldu mu, diye sordu. Yok, ben havalimanındayım. Kontrol noktasını geçtim. Birkaç saat sonra kızımın yanında olacağım dedim. Hangi havalimanındasın dedi. Diyarbakır, dedim. Hemen karşıya doğru gel, dedi. Ve bir baktım Fikret de bana doğru geliyor. Öyle bir şaşırdım ki. O da bir iki gün önce kalp krizinden vefat etmiş Avukat Özgür Gencan’ın taziyesine dün gelmişmiş. Ve bugün de İstanbul’a dönüyormuş. Dün gece yarısı uykudan uyandırdığım için ayrıntılı da konuşamamıştık. Benim için tam bir şans oldu. Fikret dedim, ben kızımın yanına koşturacağım. Çanta, artık sen de dedim. Çanta, kızım için hazırlanan bir yığın şeyle doluydu ve kurşun ağırlığındaydı. Tamam, hocam! Tek bir şartım var, o da beni bir şiirde anacaksın! Peki, dedim ve gülüştük!

Rastlantıya bak, koltuk numaralarımız bile art ardaydı. O kapı ağzındaki sıraya oturdu, ben de arka sıraya, pencere kenarına geçiyordum ki bana yok hocam, yerin hemen arkamdaki koltuk diye iç kısımdaki yeri gösterdi. Kızlarım bana pencere kenarında yer ayarlarlar. Öyle de demişlerdi. Fikret, kendisinden öyle emin konuşunca, ben de  oturdum iç kısımdaki koltuğa. Bir dakika geçmeden gencin biri önümde dikildi. Hocam, burası benim yerim, dedi. Ben sesli bir şekilde genç kardeşimin centilmenliğine teşekkür ettim. Yerime oturan adamın da, diğer dinleyenlerin de yüzlerinde bir gülümseme oluştu ve ben pencere kenarındaki koltuğa oturdum.

Ben kışın, otobüslerde bile yolculuk ederken, pencere kenarını yeğlerdim. Daha soğuk olduğu halde, özellikle yeğlerdim. Dünyaya bakmasam kahrolurum. Zaten ölüler, dünyaya bakamadıkları için yazamıyorlar! (Lafa bak, hizaya geç!)

Fikret bana, beni şiirinde anmayacaksan bak kaptan arkadaşımdır, ünlü şairimiz aramızda, bize şiir okuyacak diye anons yaptıracağım, diyordu. 

Uçak havalandı. Eteklerini silkelediği halde Karacadağ’ın üstü başı kar içindeydi! Mart ayı; yarı kış yarı bahar havasında ve gökyüzünün defilesi görülmeye değer güzellikte! Hava güneşli, bulutların içinden geçiyoruz! Orhan Veli, balık şişesinde balık olamadı; ama biz şimdi su katılmış rakı kıvamında bir gökyüzünden süzülüyoruz! Bulutlu tüllerden ufka bakıyoruz! Gözlerimin önünden geçen ve motorların ıslak tarlalarda kalan tekerlek izi biçimindeki buluta, gökyüzün açık olsun, diyorum! Onun beni hiç umursamadığını biliyorum. (Sanki umursayabilirmiş gibi konuşuyorum!)  Şair duyarlılığı işte! Kendi kendime gelin güvey oluyorum! Normal bir insan, kafamdan bunları geçirdiğimi duysa ya da bu düşündüklerimi yazıya geçirsem, en toleranslısı bile üzülür halime herhalde! Bu taşlaşmış dünyanın uşağı olmaktansa, paraya tapmaktan, katil ruhlu olmaktansa, ben bulutlarla da konuşurum, sularla da! Kime ne? Hem kim ne düşünürse düşünsün; dünyayı, hayatı, insanları ve bütün canlıları sevmek, en güzel olandır. Çevre ve insanlık bilinci; düşlerle yıkar insanın içini! İnsanın içi dışı bir olur, insan güzelleşir!

Sabiha Gökçen’de bağajı bekliyoruz. Kızım arıyor. Açıyorum telefonu sesi çın çın çınlıyor! Benim gelişime sevinmiş, morali yerine gelmiş diyorum. Telefonu Fikret’e uzatıyorum. Nasıl bir araya geleceğimiz kararlaştırılsın, diyorum. Benim gözüm bağaj bandında. Benim kurşun ağırlığında çantam ne zaman gelecek? Fikret’e, çantayı sen alacaksın. Ben kızımın yurduna gideceğim. Oradan kimlik ve kart çıkarma işine hızla koyulacağız diyorum. Fikret, hadi gözün aydın, kızının el çantası ona ulaştırılmış, diyor. Ben telefonu elinden alıyorum ve kızıma, bana bu güzel haberi niye söylemedin, diyorum. Sürpriz yapacakmış! Sürprizi Fikret yapmış oldu. Sonra biz Fikretlerin orada bir araya geliyoruz. Kızımla kucaklaşıyoruz. Sultan Hoca da geliyor. Kızım, telefonla konuştuğu bizimkilerle yüz yüze görüşmüş ve onları benimle tanımış da oluyor. Bir balıkçı lokantasına gidiyoruz. Adnan da ha bire arıyor. Oraya gel diyoruz. Siz eve çıktığınızda yetişirim diyor. Ve biz Fikretlerdeyken geliyor. Geceleyin bizimkilerden izin alıyoruz. Kızımı metrobüsle yolculadıktan sonra Adnanlara çıkıyoruz. Ve sabaha beni yoracağını bildiğim İstanbul’u alt üst etmek var!

12 Mart’ta orada oldum. 13 Mart kızımın doğum günü, Taksim’de bir araya geldik! Ağız tadıyla gezdik ve geceleyin de kızımın doğum gününü kutladık. Yerebatan Sarnıcı, Ayasofya, Boğaz Turu, Akaretler; hatta arada DUNE (ÇÖL GEZEGENİ) filmini bile izledik. Yollarda yaşadığım enstantaneler bir başka yazı konusu olsun! Kızım bir de arkadaşlarıyla doğum günü için bir aradayken, biz de o gece Adnan, Fikret, Yusuf, Fesih, Ferit arkadaşlarla söyleştik. Şiirler okudum. Kahkahalar attık! Arkadaşların deyimiyle tam bir terapi gecesiymiş onlar için. Anladığım kadarıyla, olanakları varsa da, insanlar nedense bir araya gelemiyor! İstanbul, ölümcül bir yoruculuğa sahip!14 Mart Tıp Bayramı etkinliği de ramazandan ötürü iptal edildi. Yani ok yaydan çıkmadan karar alınamaz mıydı? Ramazan sanki daha önce bilinmiyor muydu? Bizim her şeyimiz böyle kervan yolda düzülür mantığıyla oluyor!

AYRILIK YAĞMURU

Üsküdar’da son kez öpüştük

Gözlerimiz bulutlandı

Ben vapura binerken o el sallıyordu

Git, dedim

Ve gitti!

Vapurun güvertesinden onu izliyordum

O gözden uzaklaştı

1994 Temmuz’unun son günüydü

O gözden uzaklaşır uzaklaşmaz

Sağanak bir yağmur

Denizin göğsü kabarıp duruyordu

Tıpkı kalbim gibi

***

1994 Temmuz’unun son günü

Bir ikindi vakti

Sevişmeden duş almış oldum

Yağmurlarla duş aldım, serinlemedim

Dünyanın bütün suları

Serinletemezdi kalbimi

Kalbimin yelpazesi sevgilim yoktu

***

Güzelim anımsa, hani sabahleyin

Yağmurun yıkadığı Sultanahmet’teydik

Hani minik bir kedicik

Şemsiye gibi duran çam ağacının üzerindeydi

Yaprakların altında ciyak ciyak bağırıyordu

Buruk bir hüzün yerleşmişti kalbimize

Ve hayat öldüresiye güzeldi

AYDIN ALP

AŞKLA VURULAN   /    (CEM YAYINLARI 1996)

RUHLAR MAHŞERİ (Toplu Şiirler-1) (J&J 2015)

17 Mart akşamı dönüyorum. Kızımla gece gezmeler, kahve içmeler; geride kalıyor! Geride kalıyor beş günlük koşuşturmalar, hasret gidermeler! Aklım, kızımda kalıyor!