Mevsimler de şaşırmıştı artık.

Her ne kadar bahar yerini yaza bıraksa da Diyarbakır sıcağı henüz bulutların gölgesindeydi.  

Sabahın köründe uyanıverdi. Yaşı yetmişin üzerindeydi. Bakmayın erkenci olduğuna, önceki gece yastığa başını koyduğunda şehir ıssızlığın koynundaydı.

Neydi sahi telaşı. Parası pulu, mevkisi makamı bir hayli yerindeydi. Başkan aşağı başkan yukarı, oradan oraya koşturup duruyordu. Durup dinlenmeyi yasak etmişti kendine. Yetmişinden sonra kaç yılı kalmıştı sanki. Hele ki, bu tempoyla kalan ömrünün de bir kısmını şimdiden harcayıvermişti.

O gün de erkenden başladığı koşuşturmacasını gecenin yarısına kadar sürdürdü. Gözlerine çöken yorgunluğa söz dinletemediği bir anda koltuğundan ayrılıp ayağa kalktığında halsizdi. Bir adım attı atmadı bir anda başı döndü, gözleri karardı. Düştüm düşecem derken masasının ucundan eliyle zar zor destek aldı. Yorgunlukla baygınlık arasında gitti geldi. Ne vardı bu kadar çalışacak sanki. Saymaya vakit bulamadığı paracıklarını mezara mı götürecekti? Kendi kendine durup düşündü. Çalış çalış nereye kadar? Nerede dur diyecekti bitmez tükenmez çalışma hırsına…

Bir evi bir arabası olduğunda köşesine çekilen yurdum insanından ne farkı vardı. Onca mal mülk, para pul varken, daha neyin peşindeydi. Hiç çalışmadan yese içse, gezip tozsa nice 70 seneleri devirirdi. Ama belli ki, doymadığı, doyamadığı bir şeyler vardı hala. Bir insan daha fazla daha fazla ne isterdi ki…

Demek ki, para pul, mevki makam dışında aradığı bir şeyler vardı. Peki, nasıl bir güç arayışındaydı ve daha neleri elde etmeliydi?

Aslında bunun cevabı kendisinde de yoktu. Ya da kim bilir belik de kendisini inandırdığı bir hayalin peşindeydi…

İki büklüm olmuştu. Çalışma masasının kenarında biraz soluklandı. Kendine geldiğinde kendinden geçmişti. Bu kadar da olmaz dedi içinden bağıra bağıra… İnsan canına bu kadar da eziyet etmez ki, diye mırıldandı.

Makam odasının kapısından dışarı adımını attığında şoförü bir şeylerin ters gittiğini yüzünden okudu.

-Başkan yine kendini tüketmiş, ayakta duracak takati kalmamış diye içten içe söylendi.

Vakit gecenin bir yarısıydı ve başkan 70’lik bir ihtiyarın olması gereken rahatlığın bir hayli uzağındaydı. Onca yorgunluğa rağmen bir de aşağı inmek için merdivenlerden zor ediyordu. Ayakları merdivenleri yokuş aşağı boş vites kendini salan ve ha dağıldım ha dağılacam diyen bir Hacı Murat’tan farksızdı. Yine de inadım inat merdivenlerden inerek aracına bindi. Bir koltuktan bir koltuğa geçmesi dışında hayatında bir değişiklik yoktu. Çünkü kafasında yine iş güç telaşı vardı.

Araç şehrin gürültüsünü geride bıraktı. Dicle Nehri’nin üzerinde süzülerek giden aracın camını aralayıp gecenin serinliğini ciğerlerine çekti. Bir an da olsa yaşadığını hissetti. Hayat bir nefes, günü gelecek onu da alamayacaksın diye diline doladığı sözcükler gece gece canını  sıkmadı da değil hani.

Ölüm herkes için ve bir gün onun da kapısını çalacaktı. Nerede, ne zaman, ne şekilde geleceğini bilmediği o gerçeğin varlığını günün yorgunluğu üzerine hatırlamak onu derinden sarsmıştı.

Daha değil dedi iç geçirerek ama belli de olmazdı ama kimsenin de bir sonraki güne garantisi yoktu, bunu da çok iyi biliyordu. O gün geldiğinde etrafında bugün için pervane olan kimsecikler de olmayacaktı. Alkışlayan, pohpohlayan, gaz veren, sırtını sıvazlayan herkes kapsama alanı dışında kalacaktı.

Peki, ya sonrası… sonrası malum; başkan gider başkan gelir ve o koltuk boş durmaz.

Onca yorgunluğun üzerine bu düşünceler yüreğini daraltmıştı. Ertesi gün her şeyi bir kenara mı bırakmalıydı, nereye kadar sürecekti bu teşkale…

Birkaç gün ara vereyim diye düşündü. Bünyesine ağır gelmişti bu bitimsiz telaş.

Şoförüne seslendi arka koltuktan, yarın gelme, sen de dinlen. Haber ederim ne zaman geleceğini.

Gecenin bir vakti kendine ucu açık bir dinlenme zamanı ayırdı. Feleğin Atı değildi ve 70’lik bir ihtiyar için daha fazla zorlamanın da bir anlamı yoktu.

Evine vardığında yorgunluğu daha da katlandı. Bahçedeki bankta biraz soluklanmak istedi. Başını gökyüzüne çevirdiğinde düşünceleri yıldızların kalabalığına karıştı. Saymakla bitmeyecek parasının dışında yıldızların da varlığını fark etti. Yıldızlara bakmanın para peşinde koşmaktan daha huzurlu olduğunu hissetti. Yıldızları seyretmek iyi gelmişti. İçini kaplayan sevinçten çözülen dilinden bir türkü döküldü gecenin karanlığına. Sesinin davudi tonu gecenin karanlığında kulağına hoş geliyordu.

Boşunaydı, her şey boşunaydı. İnsanı insanlıktan uzaklaştıran her şey boşunaydı. Çalışmanın, didinmenin de bir kararı olmalıydı. Yaşadığını hissetmek güzel şeydi ve bünyeye eziyetin başladığı yerde her şey anlamsızdı. Anlamın yitirildiği bir yerde ise durmak gerekirdi. 70’in üzerine kaç yıl daha koyabilirdi bu tempoyla, zorlamak anlamsızdı. Tempo düşmeliydi ve yaşama renk katan her şeye daha çok vakit ayırmalıydı.

Giderayak iyilik hanesine ekleyeceği etkinlilere ihtiyacı vardı. Başkanlık hırsıyla kırıp döktüğü insanların gönüllerini almalıydı. Ömründen kaldığını zannettiği 5-10 yıl buna yeter miydi bilinmez ama zararın neresinden dönse kardı.

Gecenin serinliği dozunu arttırmış ve içini bir titreme almıştı. Oturduğu yerden doğruldu ve ayağa kalktığında kendini daha yorgun hissediyordu. Uyku vakti çoktan gelmişti. Ağırlaşan gözkapaklarını açık tutmakta zorlanıyordu.

Yastığa başını indirdiğinde “ya son gecemse” diye aklından geçirdi. Gözlerini sabaha açabilecek miydi? Bir umut yumdu gözlerini ve sabah uyandığında gün öğlene devrilmişti.

Hiç bu kadar uyumazdı. Nasıl olduğunu bir türlü anlamadı. Yatağından doğruldu ve penceresine vuran gün ışığına öylece baktı. Demek ki, öğlene kadar da uyuyabilirmişim diye söylendi.

Yalınayak kendini dışarı attığında öğle sıcağının ısıttığı taşlardan ayakları yandı ve kendini apar topar çimlerin üzerine attı. Uzun zamandır ilk defa çimlere yalın ayak dokunmuştu. Birden çocukluğunu hatırladı. Yalın ayak tozun toprağın içinde koştuğu günler aklına geldi.

Sona doğru yaklaştığını daha derinden hissetti. Sona yaklaştık dedi ama nasıl sonlanmalıydı? Nasıl olsa mutlu son olur ki? Kafasında artık iş güç telaşı yoktu. Sona doğru ne yapmalı? Artık cevabını aradığı soru buydu…