Yalanın yalanla kapanmayacağını bir türlü öğrenememişti. Yalan bir başlamaya görsün, dur durağı, ucu bucağı yoktu.

“Mecbur olmazsam söylemem” diyordu. Oysa sanki yalana borcu vardı ve yalan söylemek için herhangi bir çabaya girişmesine de gerek kalmamıştı, artık doğallığında konuşmalarının akışı yalanla örülüyordu.

Uyandığı her günün sabahına binbir türlü film fırıldak düşünüyordu. Kimi kandırsam, kimi çarpsam, kimden ne koparsam diye kafa patlatıyordu. Zaman zaman başardığı da olmuyor değildi. Ne de olsa “müthiş bir yoğunlaşma” içindeydi. Bir yerde olmasa başka bir yerde tutturacaktı, bozuk saatin bile günde 2 defa doğruyu göstermesi gibi.

Ama artık kendisi de farketmiş, deniz tükenmişti. Yalan tükenmez ama yalan dolanla etrafındaki insanları tüketmişti.

Sabahın köründe yatağından fırlayarak uyandı. Kan ter içinde kalmıştı. Kabus dolu bir gecenin sabahında uyandığında savaştan çıkmış gibiydi. Gözbebekleri gördükleri karşısında büyüdükçe büyümüş, aynanın karşısında kendini tanıyamamıştı.

Gördüklerine bir anlam veremiyordu. Neden böyle diye kendi kendine sorup duruyordu. Issız bir adaya düşmüş ve etrafında kandırabileceği, yalan söyleyeceği kimsecikler de yoktu.

Kumsalın hemen ardındaki ormanlık alan doğal yaşamın tehlikeleriyle doluydu. Börtü böcek seslerinin ötesinde vahşi hayvanların çıkardığı sesler kulaklarında çınlıyordu. İstihkakını vahşi ormandan çıkarmaya alışık değildi. İlk gününü aç susuz geçirmiş, gün içinde denizin tuzlu suyuna birkaç kez dalıp serinlemekten başka bir şey yapamamıştı. Ağzı dili kurumuş, dudakları çatlamıştı. Gün boyu yalana alışmış dili hiç bu kadar çaresiz kalmamıştı.

İlk günün ardından cesaretini biraz toplayıp ormanın içine doğru girmeye başladı. Adımını her attığı yerde yüreğini tarifsiz bir ürperti kaplıyordu. Tüyleri diken diken, yüreği avucunda zar zor beş on metre ilerledi. Az ötede bir su birikintisi gördü. Yağmur sularıyla dolu bir çukurun kenarına yüzü koyun uzandı. Suda suretini gördü. Hali içler açısıydı. Saç baş dağılmış, yüzü çökmüş, gözleri fal taşı gibi açılmıştı.

Eğildi, dudaklarını buz gibi suya değdirdi ve kana kana içmeye başladı. Midesi suyla dolduğunda başını sudan çıkardı. Tam kalkıyordu ki, suyun içindeki suretinin yalnız olmadığını fark etti. Bir Çakal sürüsünün onu sinsice gözlediğini gördüğünde kalbi göğsünün duvarına çarpıp duruyordu. Çakalların bedenini dört bir yandan çekiştirdiği bir anda avazı çıktığı kadar imdat çığlıklarıyla yatağından fırladı.

Vahşi bir ormanda çakal sürüsünün çekiştirdiği bedeni kabustan uyanmasına rağmen hâlâ tir tir titriyordu.

Bir an o ıssız adada geçen bir gün içinde kuruyan dilini, çatlayan dudaklarını düşündü. Kâbus geride kalmış ama izleri hala tazeydi.

Kendini yalın ayak dışarı vurdu. Evinin yakınındaki parkta birkaç tur attı. Kâbusun etkisini üzerinden atmaya çalışıyordu. Birkaç tur sonra susadığını fark etti. Parkın içindeki çeşmeden kana kana suyunu içtikten sonra bir banka oturup gün içinde neler yapacağını düşündü.

İlk aklına gelene kendisi de şaşırmıştı, çünkü içinde yalan dolan, film fırıldak yoktu. Alışık değildi bu duruma, bir an kendini kendine yabancı hissetti.

Çevresinde insanlar koşuşturuyordu. Kimi işine güne gidiyor, kimi spor yapıyor, kimi banklarda kös kös oturuyordu.

İş aramalıyım diye geçiriyordu aklından. Ama nasıl? Bildiği tek iş başkalarını dolandırmaktı. Dolandırıcılığa paydos etmiş görünüyordu ama ne iş yapacağını da bilmiyordu. Bildiği bir iş, yapacağı bir meslek de yoktu. Vasıfsız bir iş ne yapabilirim diye düşündü. Lokantada bulaşık yıkayabilirim dedi ama yok bulaşık yıkamayı gururuna yediremedi. Garson olayım dedi ama garsonluk bildiği de yoktu. Seyyar satıcılık düşündü ama sermayesi de yoktu. Yaz günü soğuk su satsam ekmeğim çıkar diye aklından geçirdi. “Çocukların bile yaptığı işi ben mi yapmayacağım” dedi. Hem bir zorluğu da yok. Otur bir parkta "soğuk su" diye ara ara seslen ve 3 liraya aldığın suyu 10 liraya sat. Hem kazancı iyi hem de kolay, yaparım ben bu işi dedi.

İyi ama başlaması için az da olsa sermaye lazım. Neyse hallederiz diye mırıldandı. Mahallesinde tanıdığı bir bakkaldan veresiye 2 koli su, biraz da buz aldı. İki saat geçmemişti ki, sular bitmişti. Gitti, bakkalın parasını verdi ve kalanıyla da karnını doyurmak için bir şeyler yedi. Uzun bir aradan sonra ilk defa kursağına emeğiyle kazandığı bir şeyler girmişti. İçini bir huzur kapladı. Karnı doymuştu ve yalana da ihtiyacı yoktu. Artık yalanı başka bir yalanla kapatmak için kafasını patlatmıyordu.

Evinin bahçesindeki banka oturduğunda vakit akşam üstüydü. Bir süre soluklandı ve günün yorgunluğuyla oracıkta uyuya kaldı. Uyandığında gecenin serinliği bedenini titretiyordu. Bir günü yalansız geçmişti ve kendini tüy gibi hafif hissediyordu. Yalanların ağırlığından ruhunu kurtarmanın rahatlığıyla cebindeki son para ile bitişiğindeki bir kahveden çay ve simit aldı. Çayını yudumlarken bir yandan da ertesi gün satacağı sulardan kazanacağı paraları düşünmeye başladı. Artık kafasını emeğiyle kazanmaya yoruyordu. Çay ve simidi bittiğinde bir kâbusla kurtulduğu yalan hayattan uzaklaşmanın sevinci yüreğini ısıtmaya başlamıştı. Her şey böyle daha güzeldi…