Özellikle son 30-40 yıldan bu yana insanlar daha iyi bir yaşam umuduyla şehirlere göç etmeye başladılar. Giderek artan bir hızla yaşanan bu göç dalgası, sürekli gelişen teknolojinin etkisiyle şehir nüfus yoğunluğunu dengesiz bir şekilde şişirirken, kırsal nüfusu olabildiğince aşağı çekmiştir. Bu süreç içinde, bin yıllarca süren, kırsal üretim tarzı ve yaşam biçimi, kentteki hakim yaşam tarzı karşısında hızlı bir yok oluşa sürüklenmeye başladı.

Tarih boyunca kırsal üretim ve yaşam tarzının hakim olduğu toplum, süreç içinde birlikte yaşamın uyum içinde devam edebilmesi için bir takım sosyal-toplumsal prensip ve kriterler üretmiştir. Birlikte yaşamın olmazsa olmazı olan bu prensipler, somut şartların dayatması ile yaşanmışlıklarla deneyimlenip olgunlaşarak günümüzün temel davranış kuralları şeklinde, toplumsal yaşamımıza yön veren sosyal değer ve yargılar olarak şekillenmiştir. Bu değerler, sadece birlikte yaşamayı sağlayan sosyal bir form değil, aynı zamanda psikolojik ve ortaklaşılmış ruhsal bir dayanaktır. Birey ve toplum olarak kendini tanımlama ve yaşama bilincidir. Toplumun, tarih boyunca, kırsal ağırlıklı yaşamında oluşturduğu maddi ve manevi değerlerin bütünü olan kültürel yapısı kendini tanımlayıp ifade edebileceği bir aidiyet oluşturmuştur.

Kendi somut koşulları doğasında öz dinamizmi ile oluşup gelişen bu kültürel yaşam tarzı, yine koşulların (teknolojik gelişmeler ve neden olduğu sonuçlar) başkalarının dayatması sonucu yaşanan şehirleşme ile yok oluş sürecine girmiş oldu. Kolektif yaşam tarzı ve değer yargıları, kısa sürede aşınarak yerini şehrin bireysel yaşam tarzına bırakmak zorunda kaldı. Şehirleşme, sosyal  (toplum) evrimleşmeye zaman tanımadan kısa sürelerde gerçekleştiği için eski toplumsal formları dışarıda bırakıp özümseme fırsatı tanımadan bireysel yaşamı dayatan, böylece yüzyıllar boyunca olgunlaşıp şekillenen toplumsal prensip ve alışkanlıklar, hızlı bir aşınmaya maruz kalırken, yeni yaşam tarzının içselleştirilememiş olması, toplumu ve bireyi sosyal ve psikolojik bir boşluğa itti. Çünkü eski yaşam tarzı ve prensipleri ile birlikte, kollektif duygu ve aidiyetini de yitirmiş oluyordu. Bu yönlü yaşanan aidiyetsizlik hissi ile ve duygusal kopuşlar, toplumsal çapta bir boşluğa sebep oldu. Şehir yaşam tarzı, kollektivizmi öğütüp bireyselliği dayatarak hakim kılarken; insanlar da, bir yandan kaybettiklerinin ağır boşluğu altında ezilirken, bir yandan da insan doğasının ana temellerinden olan sosyalliği yeniden oluşturup geliştirmenin yollarını aramaya başlamış ve buna yaşamsal bir önem atfetmiştir. Bu amaçla dernekler, odalar vb. yapılanmalara yönelmiştir. Ancak mutlu ve müreffeh bir toplumsal yaşama cevap olabilecek sosyal form ve toplumsal aidiyeti oluşturabilme kuşaklar boyu sürecek bir yolculuk ve emek gerektirdiği söylenilebilir.