Yalnızlık; sosyal yaşamda bazen tercih edilen ama genellikle sitem ve şikayetlerle dillendirilen yalnızlık olgusu bilindiği gibi, sosyo-psikolojik bir ruh hali olup gündelik ilişkiler, çevresel etkiler, yaş evreleri vb. durumlarda sıklıkla yaşanan bazen de tercih edilen bir durumdur.

Tercih edilen yalnızlık her insanın sosyal yaşamın yoğun temposu içinde özellikle zihinsel olarak yaşadığı yorgunluğu atmak ve sonrasında kaldığı yerden devam edebilmek için ihtiyaç duyduğu zihinsel dinlenme ve toparlanmayı sağlamak amacıyla tercih ettiği yalnızlıktır. Bu yönüyle doğru ve sağlıklı bir tercih olduğu değerlendirilebilir. Ancak diğer türlü ve kerhen yaşadığımız sosyo-psikolojik yalnızlık, neredeyse kronikleşen haliyle çok farklı boyutlarda seyretmekte olup insanların zihinsel ve ruhsal sağlığını tehdit eden bir evreye ulaştığı söylenebilir. Çağımızın en büyük illetlerinden biri sayılabilecek yalnızlık olgusunu doğru değerlendirebilmek için, y.y. aşkın bir zaman diliminde geriye bakmamız gerekmektedir. 19 yy‘dan  itibaren başlayan sanayileşme süreci sadece toplumsal anlamda yönetişim ve paylaşım sistemlerini değiştirmekle kalmadı aynı zamanda sosyal yaşamın binyıllardan süzülüp gelen birçok sosyolojik formu insani erdemler alarak genel kabul görmüş dayanışma, yardımlaşma, fedakarlık vb. Kriter ve alışkanlıkları, kısaca tarih boyunca süregelen GELENEKSEL yaşam tarzını radikal bir dönüşüme uğratıp yeni ’yi yani bireyselliği dayatıyordu ve geleneksel yaşam tarzının , sanayi toplumunun dayattığı bireysel yaşam tarzı karşısında çözülüp dağılmaktan başka şansı yok gibiydi. Üretimde, tüketimde ve gündelik sosyal yaşamda, aile, büyük aile, yerellik, dinsel, etnik v.b. kapsayıcı çatılar altında “biz” kavramının hakim olduğu, sosyal yaşamını, acıda, mutlulukta, ortaklaşma zemini üzerinde vareden Geleneksel yaşam tarzı, sanayileşmenin yaratığı şehir kültürü, ya da bireysel yaşam tarzı karşısında zaman içinde aşınıp-aşılmaktan kurtulamadı. Avrupa kıtasında başlayan bu toplumsal dönüşüm, yani modernizm,  gecikmelide olsa epeydir coğrafyamızda serpilip gelişmeye başlamış durumda. Şüphesiz her bakış açısına göre modernizmin, (kapitalzmin ) eleştirilecek ya da savunulacak birçok yönü vardır. Hatta, tek tek ele alınacak her olgu bile kimine göre beyaz bir başkasına da göre siyah olarak değerlendirilebilir. Ancak burada değinmek istediğim konu, modern yaşam tarzının yaratmış olduğu, psikolojik-ruhsal ‘yalnızlık’ olgusudur. Geleneksel tarzda, üretim-tüketim, aile, aşiret, yerellik vb. topluluklarda ortaklaşa gerçekleştirilirdi.   Tüm grup ve topluluk bireylerinin katılım sunduğu bu faaliyet, doğal olarak “biz” duygusunu geliştirip güçlendirirdi ve bireyler bu BİZ olgusu içerisinde kendini bir bireyden fazlası hisseder, BİZ’ i n bir parçası olarak görürdü. Bunun sonucunda kişi “BİZ” kavramının hakim olduğu ortak yaşamın her anına, alanına katılım sağlarken, bağlılık ve aidiyet  duyguları da o oranda gelişirdi. İşte bu aidiyet ve bağlamında gelişen güven duygusu, bireyi psikolojik ve ruhsal olarak besleyen ana kaynak durumundaydı. Grup yaşamının ortak üretim – tüketiminin kişiye sunduğu aidiyet duygusu, geniş anlamda sosyo-psikolojik bir kimlik oluyordu, buda bireyin kendini tanımlama ve anlamlandırma işlevine sahipti. Sanayi toplumun bireye sunduğu ekonomik  refah ve bireysel özgürlük, ancak geleneksellikten, grup aidiyetinden uzaklaşmasıyla orantılı bir şekilde gerçekleşebilmekteydi. Modernizm, kişiyi, grup yapısının kısmen kısıtlayıcı çemberinden  çıkarıp, zihinsel-fiziksel üretkenliğini artırıp ekonomik refah ve özgürlüğünü kazandırarak, daha iyi bir yaşam sunduğu iddia eder. Grup aidetinden uzaklaşıp refah seviyesi yükselen , ,sosyo-psikolojik yükümlülük ve sorumlulukları hafifleyen bunun sonucunda daha özgür olduğunu düşünen bireylerden oluşan toplum, bireysel yaşam tarzının hakkim olduğu toplumdur. Modernizm olarak tanımlanan bu sistemde, bireysel yetenek ve üretkenliğin artması, refah seviyesini oldukça yükseltir. Özgürlükler artar ve eskiye oranla daha demokratik bir sosyal yaşamın talepleri tartışılır. Ancak ne var ki, bir taraftan insani yaşam koşulları, fiziki olarak daha ilerilere taşınırken, diğer taraftan sosyo-psikolojik olarak bir çıkmaz ya da bilinmezlikle karşı karşıya kalma durumundadır.

Bu genel belirlemeler ışığında, toplumsal olarak yerelimizde yaşanan yalnızlık olgusuna gelecek olursak; bunun çok daha yoğun ve hissedilir bir şekilde yaşandığı görülebilir. Genel olarak bireysel yaşamın hakim konuma gelmesiyle, dağılmaya yüz tutan gelenekselliğin, önem ve anlamını yitirmeye başlayan kan bağı, kadim dostluklar vb. gibi sosyal form, değer ve erdemleri, liberalizmin şehir kültürü karşısında hızlı bir aşınma ve aşılma süreci yaşamaktadır. Doğal mecrasında, yüzyıllarca yaşanabilecek bir toplumsal dönüşümün, özellikle hızla gelişen bilişim ve teknolojinin etkisi ile çok kısa zaman dilimlerinde gerçekleşmektedir. Öyle ki, kuşaklar boyu ancak dönüşebilecek bazı sosyal form ve alışkanlıklar on yıllarla ifade edebileceğimiz zaman dilimlerinde gerçekleşebiliyor.

Bu dönüşümleri tetikleyen diğer bir ana faktöründe ekonomik olduğu söylenebilir. Üretimin hayli ileri bir seviyede olmasına karşın, liberal sistemin şehir yaşam tarzı, olmazsa olmaz olarak benimsediği ve artık öyle hissettiğimiz ihtiyaç listesi o kadar kabarık ki, bunu karşılamak zor olduğu kadar emeğin yanı sıra bir çok sosyal değer ve alışkanlıktan fedakarlık, dayanışma vb. erdemlere de mesafeli olmayı dayatır durumdadır.

Bireysel yaşamın devre dışına ittiği SOSYAL’lik  zayıfladıkça “yalnızlık” olgusu bir realite olarak yayılmaya başlar. Özellikle toplumumuzda, güçlü geleneksel bağların hakim olduğu bir zamandan gelen orta yaş ve üstü kuşaklar, bu dönüşüm sürecini sancılı yaşamaktadırlar.  Zira, eski sosyo-psikolojik değer ve normların şekillendirdiği bir insanın yalnızlığı ve grup-topluluk aidiyetin de uzaklaşmayı sindirmesi zorlayıcı olabilmektedir. Üretimin oldukça artmasına karşın paylaşımdaki adaletsizliğin da yarattığı sıkıntılar eklenince insanlar, bu olumsuzluk durumundan, yaşanan mutsuzluktan en yakınındakini sebep olarak görmeye başlaması, çoğu zaman ön yargılı ve eleştirel yaklaşımı, güncel sosyal ilişkilerde, bir aşınma ve yüzeyselleşmeye yol açtığı görülebilir. Bu ve benzeri bir çok faktörün yanı sıra sistemin, kendi sosyo-ekonomik ve toplumsal (liberalizm) yapısını güçlendirme-sürdürme amacıyla kurumsallaştırdığı, bilişim-iletişim kanallarıyla yürüttüğü eğitim, medya, internet vb. alanlarda toplumsal yaşama müdahil olma ve şekillendirme politikaları, birey olarak insanların  yalnızlık duygusunu daha da derinleştirme durumunu yaratmaktadır. İnsan, doğasına aykırı bu durumla baş etmesi gerektiğini hissetmekle beraber bireysel olarak çoğu zaman bunda yetersiz kalabilmektedir. Yalnızlık hissi doğal olarak beraberinde sosyal bir zafiyet,  iletişimsizlik,  güvensizlik ve agresiflik de zemininde yaratıyor denebilir. Genel olarak olumsuzlanan bu durumla baş edebilmenin en önemli yollarından birinin, bunun bilince çıkarılması olduğunu düşünüyorum BEN olgusunun EMPATİ ile dengelenmesi önemlidir.