Sanayi toplumu, ya da günümüz ifadesiyle modernizim, oluşumundan günümüze değin, her yönüyle yorum, değerlendirme, araştırma ve analiz konusu olmuştur. Modernizm (kapitalizm) toplumsal yaşamın her alanına yaptığı etki, başkalaşım ve dönüşüm, güçlü ve kesintisiz olmuş-olmaktadır. Özellikle aile yapısı ve yaşam tarzı üzerindeki etki ve sonuçları itibarı ile, toplumsal bazda, sosyo-psikolojik kayma ve başkalaşıma zemin oluşturmuş, teknolojinin hızlı gelişimi,  bu değişim sürecini daha da hızlandırmıştır.  Var oluşundan beri, niteliksel bir dönüşüm yaşamayan aile yapısı, günümüz yaşam tarzında (modernizm) karakteristik yapısını korumakta zorlanmakta, teknolojinin daha gelişkin olduğu refah seviyesi yüksek toplumlarda ciddi hasarlar alabilmekte, çözülme süreci yaşayabilmektedir.

En küçük sosyolojik form (birim) olarak tanımlanan aile, ”sosyolojik”  söylemden öte, ekonomik ve örgütsel olarak son derece üretken kurumlardır. Birlikteliği, ekonomik (üretken) bir önem arz ederken, dayanışma ve paylaşım tarzıyla da güçlü örgütsel bir yapı arz etmektedir. Ne var ki bireysel yaşam tarzının gelişimine ters orantılı bir hızla bir çözülme yaşayan aile gerçekliğini yaşıyoruz. Bir Ortadoğu toplumu olarak, gelişmiş batı toplumlarına kıyasla, aile yapısı genel hatlarını hala koruyor olmakla birlikte, yakın geçmişe oranla bir çözülme gözlenebilmekte ve teknolojideki hızlı gelişim (şehirleşme-kültürü) bu çözülmeyi daha da hızlandıracak gibi görünmektedir.

Aile; mensubu olan bireye “AMAÇ ve HEDEF” sunar. Maddi-manevi edinimleri kazanma becerisi, desteği, kendini güvende hissedebileceği bir aidiyet, kendisini tanımlayacak ve anlamlandıracak bir kişilik kazandırır. Klasik aile;  yaşam tarzı itibarı ile, tüm fertleri ile birlikte üretim faaliyeti içinde yer alır. Ekonomik üretimin de ötesinde ailenin en önemli işlevi İNSAN üretimidir. Toplumu oluşturan bireyi, doğurmak, bakıp büyütmek, geleceğe hazırlamak üzere ilk eğitimini vermek, toplumsal yaşamın uyum ve sürekliliğine katkı sunacak, sosyo-psikolojik bir karakter (kişilik) edindirmek ve daha bir çok sosyal norm ve değerlerin ( fedakarlık, dayanışma, adil paylaşım vb.) kazandırıldığı üretildiği bir zemindir.

Sanayileşmeyle birlikte daha da hızlanan teknolojik gelişme, insan üretim kapasitesini ileri düzeylere taşıdı. Bunun muhtelif sonuçlarından biride, bu üretkenlik artışının aile sosyolojisi üzerinde ağır dönüştürücü etkisidir.

Grup ve toplulukların, sosyal birlikteliğini sağlayan ana faktörlerden birinin ekonomik çıkarlar olduğu göz önüne alındığında, toplumsal ayrışma ve kümeleşmeler (sosyal tabaka ve sınıflar) daha net anlaşılabilir. Toplumsal yaşamdaki refah ve yoksunluk durumunun, kaynak paylaşımının direkt bir yansıması olduğunu belirtirken, bunun, aile yapısının özgünlüğü ve önemine yaptığı etkiyi ve sonuçlarını irdelemek aydınlatıcı olabilir. Aile; doğası gereği herhangi bir sosyolojik birimden çok daha farklı ve yaşamsal öneme sahiptir.

İnsanın, psikolojik, ruhsal ve kişilik olarak şekillendiği, aidiyet hissi başta olmak üzere tüm algı ve yargı sistematiğinin oluşup bir karakter kazanması, aile yapısı ve özgünlüğü içinde gelişebilir. Ancak bireysel üretkenlik kapasitesinin ( becerinin ) artması, refah seviyesini ve bireysel özgürlüğünü yükseltirken, diğer taraftan, sonuç olarak aile yapısının ortak yaşamı ve birliğini sağlayan bağları zayıflatmaktadır.

Birey, aileye hem sosyo-psikolojik hem de ekonomik gereksinimlerle bağlıdır. Bireysel üretim ve yetkinliğin  artması, aileye duyulan ekonomik bağımlılığı zayıflatırken bireysel yaşam tercihi daha görünür hale gelir. Bu durumda aile, bilinen ve genel kabul gören formundan biraz uzaklaşmış ve çözülme süreci başlamış olur. Yani ekonomik gereksinimlerin aile zemini (birlikteliği) dışında karşılanabilir olması, çözülmenin ilk adımıdır.

Refah toplumları başta olmak üzere, kişi, ekonomik gereksinimlerini bireysel yetkinliğiyle kazanmasına karşın, sadece aile yapısının sağlayabileceği en az maddi kazanımlar kadar önemli ve yaşamsal bazı kazanım ve sunumlardan uzaklaşmaya başlar. Modernizmin bireysel yaşam tarzı da bunu dayatma raddesinde bir ağırlığa sahiptir.

Yukarda değinmeye çalıştığımız sosyo-psikolojik manevi değerler, ve bu değerlerden başta geleni, aidiyet hissidir. Doğumdan itibaren oluşmaya başlayan bu duygu, kişinin başta “anne” figürü ile özdeşleşen yaşamı anlama-anlamlandırma ve kendini başta aile olmak üzere bir bütünün parçası olarak görüp-hissetme kriteridir. Ortak üretimin, fedakarlığın, dayanışma ve adil paylaşımın gerçekleştiği en saf ve doğal zemini olan aile, yapısı ve doğası gereği, ortaklaşma  ( kollektivizm ) kültürünün de ilk kaynağı durumundadır. Bireye sosyal’lik sıfatını kazandıran bu kaynaktır. Bireysel yaşam tarzının hem ekonomik-teknolojik gelişmenin doğal bir sonucu, hem de yönetişim mekanizmalarının destek ve teşviki ile hakim konumuna gelmesi, bu kaynağı çözülmeye mahkum etme durumundadır.

Teknoloji ve bilişim kaynaklı yetkinleşen bireyin; modrnizmin dayatılmasıyla da (yönetişimin yaratığı algı, bireyselliğin daha cazip kılmasıyla) bireysel yaşam tercihi, aile bağ ve duygularını zayıflatırken (BEN’ liğin,  BİZ’ liğin önüne geçmesi) kişiyi, iki temel yaşam kaynağından biri olan sosyo-psikolojik doyumundan (beslenmeden) uzaklaştırmaktadır. Yani, modernizm insanın maddi-fiziki ihtiyaçlarını karşılama seviyesini yükseltirken, ruhsal ve psikolojik ihtiyaçlarını ise o oranda zayıflatmakta ve sömürmektedir. Ebeveyn-çocuk ve klasik aile ortamında gerçekleşen kardeşlik duygularının, sosyal yaşamda, başka herhangi başka duygusal bağ ve doyumla eşdeğer olamaz, bunun yerine herhangi  duygusal bir bağ ikame edilemez. Bu durumda, bu bağlardan (değerlerden) uzaklaşıp kaybeden insan, iç benliğinde, yeri doldurulamaz bir boşluk hissiyle yaşama durumunda kalır. İnsan doğasında belirgin bir yeri olan ruhsal-psikolojik ihtiyacın karşılanamaması, doğal olarak, derin bir yalnızlık travması, yaşamın kendisini sorgulama kapısını aralar. Modern toplumun ciddi sorunsallarından biri olan yalnızlık olgusunun temel sebeplerinden biri, modernizmin karşısında dağılan klasik aile yapısı olurken, en az o kadar etkili olan diğer bir alanda, hızla gelişmekte olan teknoloji ve bilim olgularıdır.

- Teknolojinin hızlandırdığı kültürel geçişkenlik

- Bilişimin sunduğu sanal dünya…                                                                                                                (zayıflayan, duygusal beslenme kaynaklarına alternatif arayışı v.b)

-Yönetişimlerin, kontrol odaklı algı girişimleri, toplum mühendisliği, eğitim, basın-yayın sermaye ve üretiminin, ihtiyaç listesini aşırı seviyede çeşitlendirmesi sonucu oluşan yoğun meşguliyet…

Modernizmin, gündelik sosyal yaşama getirdiği sınırsız görsel ve temasın insan beyninde yarattığı yoğun işleyiş sonucu zihinsel aktivitelerin giderek yorulup zayıflamaya başlaması ihmal, unutkanlık, kavrama zaafiyeti gibi sorunların yanında, yapay zekanın insan yaşamına girmesi ile zihinsel üretkenliğin kolaycılığa kaçması uzun erimli sonuçlarının ne, neler olabileceği bilinmezliği.

Kısaca, bu ve benzeri başlıklar altında sıralanabilecek birçok konu,  insan odaklı sorgulamalar olarak ele alınabilir.

Asıl olan “ SOSYAL” bir varlık olan insandır. İnsana ‘SOSYAL’lik vasfını kazandıranda, onu toplumsal yaşama hazırlayıp-yetiştiren, şekillendiren ‘AİLE’dir.  Ailenin insana kattığı sosyallik sosyo-psikolojik ve ruhsal algılar (değerler) zayıflayıp eridikçe acaba İNSAN’ın, temel bir özelliğinin de zayıflayıp eridiği söylenemez mi..?