Büyük Dağda Küçük Köy, Sağırtaş, Kumluk Diyar, Ar romanlarının yanı sıra Kürtçe kaleme aldığı Fîstansorê adlı oyunun da yazarı olan Eğitimci-Yazar Orhan Çelik’in anılarını bizlerle paylaştığı “Paydos Öğretmenim” adlı kitabı Belge Yayınları tarafından yayımlandı.

Genç bir öğretmen olarak 12 Eylül dönemini yaşamış olan yazar, kitabında bizzat yaşamış olduğu gözaltı ve sürgün anılarının yanı sıra sessiz tanığı olduğu birçok olayı da kaleme almış. Yazar Orhan Çelik, ücra köylerde zamanın imkânsızlıklarıyla yaşam mücadelesi veren birçok portreyi de sunmuş okuruna. Ağrı Dağı’nın eteklerindeki köylülerin fitre ve zekâtlarıyla hayata tutunan fahri imam Mele Topal’ı da, Torosların zirvesindeki dağ köyünde tek başlarına yaşam mücadelesi veren yaşlı yörük karı-kocanın öyküsüne de, Doğubayazıt’ta kamyon kasasında hayvanlarıyla birlikte yolculuk yapan köylülerin de yaşamını belgesel tadında okurlarına sunmuş. Çelik’in kitabında ön plana çıkardıkları anıları 80’ler’in başından 90’lı yıllara kadar ki zor dönemde yaşadığı coğrafyada hemen hemen herkesin yaşadığı, tanık olduğu veya duyduğu olaylardan oluşmaktadır.

Yazar, kitabındaki anı seçkisi ile bir seyyahın gezip gördüğü yerleri kaleme aldığı seyahatname tadında o döneme tanıklık gezintisine çıkarıyor okurunu. Yaş itibarı ile o yılları yaşamış olanları tekrar o yıllara alıp götürürken ebeveynlerinden o dönemi dinlemiş olan genç okurlara da tarihin o karanlık ve bir o kadar da aydınlık yıllarına bir gezintiye çıkma olanağı sunuyor. ‘Faili meçhul’ öğretmen Sıddık Bilgin ile ilgili olarak yazarın ulaştığı tanıklardan alıntıladığı satırları okurken insanın tüylerinin ürpermemesi mümkün mü? Peki ya insanlık tarihinin utanç sayfaları arasında yer alan Dersim’in 1938 yılında Karadenizli Ramiz Dede’nin kendisine anlattıkları?

“La Huca, biz emir kuluyduk, yapmayıver baalım, o saat canımızı alırlardı. O palabıyıklı babayiğit kürdü kurşuna dizmek neyse de, ya o masum çocukları bir top kimi kayalardan fırlatıp parçalanmasını görmeye can mı dayanır? Can dayanmaz Huca! Hepsi ana kuzusuydu. Askerin postalına sarılıp Kürtçe çığırsalar da öldürmeyin dediklerini anlamaz mıydım? Oy, oy! Ne yapacan? Ferman yukarıdan gelmiş. Emme, emir kulu olmak ateşten gömlek! Cavur muyum ki ana kuzusuna kurşun sıkayım? Aklım hiç ermiyor, aklım pek garışık huca! Allah’a da böğüresim var annıyon mu sen? Teskere alıp baba ocağına kavuştum kavuşmasına emme, rüyalarımda defin edemedik diye o çocuklar peşimi bırakmadılar... Kaç hocaya sordum, “yahu bu işin muskası yok mu?” diye. Nice okuyup adam olana sordum! Kimse dirhem kadar bu yarama merhem olmadı. Lakin yaptığım hayırları, kıldığım namazları Rabbimin cenneti için yapıyorsam namerdim. Yeter ki rüyamda o çocukların bizi defin etmediniz diye seslerini duymayayım diye!”

Günümüze gelecek olursak, 12 Eylül cunta yönetiminin üzerinden 40 yılı aşkın zaman geçti. Ancak o günlerin ve uygulamalarının heveslilerine günümüzde de sıkça rastlıyoruz. Örneğin müzeye dönüştürülen Diyarbakır Cezaevinin nam salmış insanlık dışı işkence yöntemlerinin mimarı olan şahsın ismini bir okula verme cüretini gösterenleri ibretle basından okuyabiliyoruz. Sadece isim değişikliğine uğrayan söz konusu okulda gerçekleşen törene her ne hikmetse komşu iki ilçenin protokollerinin tam tekmil katılımlarıyla vermek istedikleri mesaj nedir acaba? 12 Eylül Cuntasının liderinin ismi verildiği yerlerden kaldırılırken o dönemin tescilli bir işkencecisinin isminin bir devlet okuluna verilmesi çabası manidar değil midir? Ortaya çıkan tepkileri göğüsleyemeyen bakanlık neyse ki ‘komisyonun arkasında durmayarak’ yapılan ibretlik isim değişikliği ‘hatası’ düzeltiliyor.  

Yazar, kendisini derinden etkileyen Şêxo öğretmenin çok da tanıdık kişiliğini bu satırlarla dile getiriyor. “Düne kadar dost dediğim, aynı odayı, aynı yemeği ve ortak ana dilimiz olan Kürtçeyi paylaştığım meslektaşım olacak Şêxo öğretmenin, bir günlük yokluğumu fırsat bilip beni ömür boyu mahkûm edecek ihbarının adı ne olabilirdi? İhbar etmenin, casusluğun, hainliğin psikolojisi derindir… İnsanı en çok dostun, arkadaşın ya da güvendiği kişinin arkadan vuruşu öldürür.”  

“Paydos Öğretmenim” kitabındaki yazarımızın bu anısını okuduktan hemen sonra ‘bu ne tesadüf’ dercesine internet medyasında bir haber ile karşılaştım. Haberde Diyarbakır’da “sendika başkanı” sıfatını taşıyan bir şahsın bir ilçede kendi sendikası ile rakip sendikaya üye iki meslektaşı arasında cereyan eden kavga ile ilgili olarak yaptığı basın açıklamasında rakip sendikanın üyesini kavgayla alakası olmayan ucuz ağır ithamlarla bir yerlere ihbar etmeye çalıştığı yazılıyordu. Açıklamanın hemen ardından çok geçmeden ihbar edilmeye çalışılan kişinin açığa alınmış olduğu da yazıyordu. Bu haberle bir günlük yokluğu fırsat bilerek arkadaşını cuntacılara ihbar eden yazarımızın ev arkadaşı Şêxo öğretmenin kişiliğini geçen zamana inat işbaşında görebiliyoruz.

Yakın tarihimizin o karanlık yıllarına mercek tutan “Paydos Öğretmenim” çok değerli bir çalışma olmuş. Kalemine, yüreğine sağlık Orhan Çelik.