Ekonomileri ürettikleri savaş araçlarının tüketimine dayanan büyük devletler için savaşlar bulunmaz bir ganimettir. Çoğu zaman savaşan iki tarafa da aynı fabrikalarda üretilen silahları satan bu devletler bir taraftan barışın hamisi maskelerini takarken diğer taraftan sahadaki istihbarat ve diplomasi olanaklarıyla bu çatışma ortamlarını tetiklemeye ve çatışma ortamlarının sürekliliğini sağlamaya çalışırlar.

Hükmetme güçlerinin zayıfladığını hisseden muktedirler de bu çatışma ortamlarında susturulan muhalif sesler sayesinde iktidarlarının varlığını bir süre daha idameye çalışırlar. Savaş çıkarmak için her zaman tarafların ‘haklı’ gerekçeleri vardır elbet. Ellerindeki medya orduları ile bu zemin çok iyi sağlamaya çalışırlar. Tonluk bombaların savaş uçaklarıyla sivil yerleşim yerlerine atılması ve ortaya çıkan vahşet görüntüleri bu savaş çığırtkanlarının ekranlarında ‘meşru gerekçelere’ dayandırılabiliyor.    

7 Ekim 2023’te başlayan ve bir ayı bulan İsrail-Filistin Savaşında hayatını kaybedenlerin sayısı on bini, yaralananların sayısı 32 bini geçti. Bu korkunç can kaybı ve yaralananların sayısı ‘dünya barışının tesisi için var olan’ organizasyonların faaliyete geçmesine yetmemekte ve her gün yüzlerle ifade edilen nice masum çocuk ve savunmasız insan daha yaşamını kaybetmektedir. Filistin davasının hamisi gibi görünen kimi ikiyüzlü politik kişi ve kurum için de maalesef bu konu her zamanki gibi bir istismar aracı olma özelliğini koruyor.  Arap coğrafyasının uydu hükümetlerini alakadar etmediği görülen İsrail devlet terörünün durdurulması devlet dışı kurumlar ve kitleler için de bir anlam ifade etmediği görülmektedir. Sonuç alıcı diplomatik, ekonomik, askeri tedbirler yerine resmi veya gayrı-resmi organizasyonlarca dostlar alışverişte görsün diye gösterilerde dağıtılan Filistin bayrakları, düzenlenen kermesler ve sosyal medyada sürdürülen ‘çabalarla’ bu kanın durmayacağı muhakkaktır.

Savaş dünyanın neresinde olursa olsun ve kimden gelirse gelsin kınanması, lanetlenmesi gereken bir durumdur. Ölen ya da öldüren insanların kimliklerine göre savaşa karşı tutum takınmak insanlıkla bağdaşır bir durum değildir.

George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı kitabı günümüz dünyasının içinde bulunduğu durumun değerlendirilmesine ışık tutacaktır. 2. Dünya Savaşının zor koşullarında İngiliz yazar George Orwell Bin Dokuz Yüz Seksen Dört adlı bir bilim-kurgu romanı kaleme alır. George Orwell’in yaklaşık kırk yıl sonrası olan 1984 yılını hayal etme üzerine kurguladığı romanında iki kutuplu bir dünyanın gittikçe üç süper devletin egemen olduğu bir dünyaya dönüşeceğini kurguluyor. Bu üç devletten biri olan Avrasya Portekiz’den Bering Boğazı’na kadar olan bölgeyi diğer bir ülke olan Okyanusya, Kuzey ve Güney Amerika, Britanya adalarının da bulunduğu Atlas Okyanusu adalarını, Avustralasya’yı ve Afrika’yı kapsıyor.  Üçüncü süper güç Doğuasya ise daha küçük bir devlet olarak Çin, Japonya, Mançurya ve Moğolistan topraklarına hükmediyor.

Romanın kahramanlarının yaşadığı şehir olan Londra’nın da bulunduğu Avrasya’da yönetimdeki tek parti despot bir hüküm sürüyor. Parti Şefi olan Büyük Birader’in bilgisi dışında kimse ses çıkaramıyor. Düşünce polisi teşkilatının üyeleri işlerini o kadar iyi yapıyorlar ki birilerinin bir şey söylemesi, yazıp çizmesi bir yana düşünmüş olmalarını bile tespit ederek yaptırım uyguluyorlar. Uygulanan çok ağır ve sistematik işkencelerle kişilerin düşüncelerinin değiştirilmesi sağlanıyor ve suçlarını itirafa zorlanıyorlar. Ölüm kararı verilenler ağır işkenceler altında kendilerine imzalatılan itirafnameler doğrultusunda idam edilmiş oluyorlar. Bunların bilim adamı, gazeteci, politikacı veya sıradan vatandaş olmaları durumu değiştirmiyor. İdamlar halka açık alanlarda uygulanıp herkesin bu kişilerin ‘hak ettikleri sonlarını’ gururla izlemeleri sağlanıyor. Düşüncelerinin değişmiş olduğuna karar verilen kimileri silik ve iradesiz kişilikler olarak topluma dahil ediliyorlar.

Şef (Büyük Birader)’e veya Parti’ye muhalif şahıslar ise deyim yerindeyse buharlaştırılıyor. Buharlaştırma, kişinin ortadan kaldırılmasının yanında yaşadığına dair tüm resmi kayıtların da yok edilmesiyle tamamlanıyor. Arşiv Dairesi denilen kurum bütün kayıtları hemencecik düzenliyor, kişi ile ilgili bilgilerin yer aldığı kitap, dergi, gazeteler yeniden basılarak arşivdeki yerlerini alıyorlar. Eski kayıtlar ise görevli birimce hemen imha ediliyor. Yani kişinin dünyadaki ayak izleri tek tek ortadan kaldırılmış oluyor.

Yazarın tele-ekran diye hayal ettiği dinleme-izleme cihazı tüm resmi kurumlar, alanlar, sokaklar ve hatta izlenen kimi şahısların evlerine kadar gizlice konuluyor. Deyim yerindeyse alınan her nefesten Şef’in (Büyük Birader) haberi oluyor. Bu tele-ekranlardan kişilere ve gruplara hitap ta edilebiliyor. Hatta her gün herkesin izlemek zorunda olduğu iki dakika nefret etkinliğinde tele-ekranda halk düşmanlarının nefret edilecek görüntüleri beliriyor ve bütün halkın bu etkinlikte duyguları şahlandırılıyor.

Resmi kurum odalarına ve alanlara Büyük Birader’in altında Büyük Birader’in Gözleri Üzerinizde ibaresi yazılı büyük posterleri asılmış. Bu yolla her yere egemen olduklarını, herkesi izlediklerini ve kimsenin yanlış bir şey yapmaması tehdidini içeren mesajı verilmiş oluyordu.

Toplumda herkes halinden memnun bir görüntü sergilemek durumunda. Şöyle ki bir ay boyunca aynı jiletle tıraş olmak zorunda kalan üst yetkililer bile ülkenin refahının yeterli olduğunu birbirlerine söylemek zorunda kalıyorlar.

Yurttaşlar ülkeyi bitmeyen bir savaşta zannediyorlar. Hatta sanal savaşın inandırıcılığını arttırmak için kentlerin civarına zaman zaman savaş uçaklarıyla bombalar bile atılıyor. Böylece kimsenin aklına ekonomik sıkıntılar gelmemiş oluyor. Zaten ülkenin ne kadar zengin olduğu, üretimin ne kadar artmakta olduğu gibi üretilmiş veriler İstatistik Dairesince tele-ekranlardan halkın bilgisine sunuluyor. Açıklanan verilerin aksini dile getirmek şöyle dursun düşünmek bile kimsenin aklının ucundan geçmiyor.

Tabii ki George Orwell’in Bin Dokuz Yüz Seksen Dört kitabı yayınlandıktan sonra acımasız eleştirilere maruz kalıyor. Kimileri onu bu kitapla Sovyetler Birliğinin katı Stalinist yönetimini eleştirdiğini bile yazmışlar. Aradan geçen bunca zamana ve Sovyetler Birliği’nin dağılmasına rağmen George Orwell’in yazdığı uygulamaların günümüz dünyasında karşılık bulabiliyor olması yazarın bilim-kurgudan öte nasıl da bir öngörüye sahip olduğunu bize hatırlatmış oluyor.

Ne dersiniz? George Orwell’in tarif ettiği dünya ile günümüz dünyası birçok yönüyle örtüşmüyor mu?