Bir zarfın içinde ne olduğunu öğrenmek için yapılacak en doğru şey onu açmaktır. Daha doğru olanı da, mektup zarfıysa eğer, onu okumaktır. Ben sözcükleri de mektup zarfına benzetirim. Sözcükler, başta size küçük ve dar anlamlı bir ipucu verir. Bu sayede günlük hayatta çok rahat cümleler kurup konuşabilirsiniz; ama meramınız dilsel dünyayı kavrayıp hakikati görebilme arzusuysa, sözcükleri açarak dağınık gibi duran ipin uçlarını birbirlerine bağlayıp, anlamını genişleterek onu daha derin okuyabilecek bir duruma getirdiğinizde, sözcüğün özüne, yani anlam bilgisine ulaşabilirsiniz. İnsan, sözcüğün özündeki bu anlam bilgisi sayesinde hayata ve hakikate dair bir şeyler söylemeye cesaret bulabilir. Zira insanın dil serüveni, sözcüklerle sonsuz cümleler kurabildiği bir dil olanağından, sonsuzluğun hakikatini anlamaya çabalan naçizane ama cesurca bir yorumdur.

akıl kalp
Akıl ve kalp arasındaki ilişki, tarihten bugüne, insan kafasını meşgul etmiştir

Şunu da eklemek gerekir ki, bazı sözcükler de bazı mektuplar gibi, okunması ve anlaşılması zordur. Hatta bu bazı sözcükler, onu okuyan kişiye göre kendini açımlar. İnsan, dili tanımladığı gibi, dil de insanı tanımlar. Dil ve insanın, kültür dünyasındaki uzun yıllara dayanan birlikteliği neticesinde sözcükler, onu okumaya, anlamaya odaklanan insanı gözlerinden tanıma becerisini kazanmıştır. Bu bazı sözcükler kendilerine yönelen insan bakışının bilgi birikimini, kavrayış zekasını hemen fark eder. Ardından kendini cömertçe o insanın onu kavradığı ölçüde açımlar. Haliyle bu bazı sözcükler, uzlaşmaz bir şekilde kişiden kişiye değişecek, hep kişiye bağlı kalacaktır. Nasıl ki bazı insanlar, hayatının ruh ikiziyle karşılaştıklarını, ortak düşüncelere ve ortak duygulara sahip bir insanla beraber olduklarını dediklerinde bile, biz onların uzlaşmaz tutumları ve anlam farklılıklarından doğan kavgalarına şahit oluyorsak, bu bazı sözcükleri de tamamiyle aynı şekilde anladığını düşünen iki insan da, bu ruh ikizi çifte benzeyecektir. Yazımıza konu olan bu bazı sözcükler de, düşüncenin kaynağı olan ‘’akıl’’ ve duyguların kaynağı olarak bilinen ‘’kalp’’ sözcüğüdür. Biz bu sözcükleri yorumlarken, bu iki sözcüğün birbirleriyle olan ilişkisini de ele alacağız. Zira insanın varoluşu kadar eski olan akıl ve kalbin bu ilişkisi, belki de tüm uygarlık kazanımların kaynağıdır. Bu ilişki sanattan kültüre, bilimden hayatın her alanına kadar esin kaynağı, çoğu zaman da, bu alanların temel konusu olmuştur. Bu ilişki, tüm aşk destanı ve öykülerinin de temel ilişkisi, hatta yaratıcısıdır.' Akıl ve kalbin bu ilişkisi, gerçek bir tabirle, zıtların birliği ilişkisidir. Biz, bilgimiz kadarıyla, bu ilişkinin temsili olan akıl ve kalp sözcüklerini açmaya ve bulabildiğimiz ipuçlarını ilişkilendirerek bu ilişkinin doğasını anlamaya çalışacağız.

Bu iki sözcüğe atıf olan anlamlar o kadar yoğun ve derin ki, bu iki sözcüğün çevre dillerde de kullanımı aynı yoğunluk ve derinliktedir. Normalde başka dile aktarılan sözcüklerin anlamları ya daralır, ya da büyük oranda değişir. Oysa bu sözcükleri alan çevre dillerin, histerik bir milliyetçiliğe varan dil politikalarına rağmen, bu iki sözcük, aktarıldıkları bütün dillerde özgün hallerini korumuşlardır. Bu da bize gösteriyor ki, insanlığın uygarlık seviyesine yakışmayan çirkin, asimile edici faşizan eğilimler, halkların yaşamsal emekleriyle ürettikleri, ortak hafızalarına nakşettikleri asli sözcükleri bastırabilir ama yok edemezler. Zira insanlık, umut veren barışçıl bir uygarlığın yaratıcısı olarak, tarihin başlangıcından bugüne, karlı dağların doruklarından akan kolların beslediği ve her türlü bendleri yıkabilecek güçlü ve coşkulu bir nehirdir.

akil-kalp-iliskisi
Akıl ve kalp ilişkisi

Arapça orjinli bu iki sözcüğün, bölgemizin en güçlü dillerinden Kürtçe, Arapça ve Farsçada hala yoğun bir şekilde kullanıldığını biliyoruz. Kullanımda yoğun olmasının nedeni, bu sözcüklerin sanat, edebiyat ve kültür hayatında güçlü vurgulara ve anlam zenginliğine sahip olmalarıdır. Ayrıca bu sözcükler tanımlanırken daha başka sözcüklerle eş anlam olarak ilişkilendirilmeleri neticesinde hem orjin dilde hem de başka dillerde kendi konumlarını güçlendirmişlerdir. Örneğin ‘’akıl’’ sözcüğünün anlamını karşılayan Türkçede ‘’düşünme / hafıza / kavrayış / zeka / bilinç / zihin / ruh’’ gibi eş / yan anlam sözcükler varken, Kürtçede de, ‘’hiş / hewn / raman / bîr / jîrî / têgihiştin / famatî / arîş / zihn’’ gibi sözcükler vardır. Bu sözcüklerin de bu dillerdeki kullanımı asli sözcükler kadar güçlüdür. Şüphesiz insana ve hayata dair kavrayışımız artıkça bu kavrayışa paralel olarak yeni kavramlara da - bu bazen yeni bir sözcük ve bazen de kullanılagelen bir sözcüğe yüklenecek yeni bir anlamla - ihtiyaç duyulacaktır. Sözcüklerin doğası, düşüncedeki kavrayış derinliğimiz, yani akıl; ve duyguların his ve etki gücü, yani kalptir. Sözcük dağarcığımız, akıl ve kalbin bu muhteşem uyum / uyumsuz; çelişkili / tutarlı yaratıcı ilişkisinden doğmuştur.

Peki! Arapça, ‘’akıl’’ ve ‘’kalp’’ sözcüğünü nasıl tanımlamıştır? Hangi durum / olay ve olguya karşılık bu sözcükleri yaratmıştır? Biliyoruz ki dil, uzun bir yaşam pratiğinin deneyimleriyle kendine münhasır bir söz dağarcığı yaratır. Bu söz dağarcığı, bilgi birikimiyle güçlü bir gözlem, sezi, duyuş ve hassas bir algı yaratır. Bu donanımsal nitelikler sayesinde dil, sözcükler yaratma / türetme becerisi kazanır. Arapça dil mantığı, insanın bir işi yapabilme, çevresini idrak edebilme, hatırlama ve ifade edebilme gibi psikanalitik yetisini ve aynı zamanda, hem kendini hem de çevresini kontrol edebilme, kendi bütünlüğünü sağlayabilecek bir dengeyi tutturabilme melekesini ‘’akıl’’ sözcüğüyle adlandırmıştır. Bu tanıma uygun adlandırmayı yaparken sözlük dağarcığında olan ve ‘’devenin ipi ya da deveyi dizginleyen dizge’’ anlamında kullanılan ‘’ğikal / عِقَال‘’ sözcüğünü tercih etmiştir. Sözlük dağarcığındaki bu sözcüğü kullanarak, insana dair en önemli melekelerinden biri olan şeyi mevcut sözcüğüyle özdeşleştirmesini sağlayan yorum ise, insana dair bir gözlem, tanı bilgisiydi. Bu dilsel mantığa göre, insan tüm canlılar gibi, ortak yaşamsal özelliklere sahip bir varlık ama aynı zamanda, onu diğer tüm canlılardan ayıran kendine özgü bağlayıcı, düşünebilme becerisine sahiptir. İnsanın bu özgünlüğü, bir kültür varlığı olarak yaşam pratikleriyle deneyim kazanması, sürekli gelişmesi, yaşamını değiştirebildiği gibi, kendisini de sürekli değiştirebilme yapısından doğar. Aristoteles’in çarpıcı bir tespitle dediği gibi, ‘’insan politik bir hayvandır.’’ Ardından Rousseau’nun eklediği gibi, ‘’insan toplumsal bir sözleşmeyle bir araya gelir.’’ Belki akıl da, insanın toplumsal yaşamı deneyimleyerek edindiği ilkelerdir. Bu ilkeler, insanın yaşam tarzını oluşturan kurallardır. İnsan bu ilkeler gereğince hareket eder. Buna istinaden Arapçada, bir kültür varlığı olarak insanın, olanla olması gereken arasındaki dengeyi sağlayan, onu bağlayan bir yeti için, ‘’dizginleri tutan, devenin ipi ya da ipin bağlanması’’ anlamında kullanılan bir sözcüğün tercih edilmesi, bu yorum gereğincedir.

‘’Deveyi dizginlerini bir kazığa bağlamak, onun hareket alanını kısıtlamak’’ anlamına gelen ‘’ğikal’’ sözcüğünden ‘’akıl’’ sözcüğünü türeterek, insanın bu melekesini adlandırmak, bizi yanlış bir yoruma götürmemelidir. Bugünün en ileri hukuk anlayışında da insanın düşündüğünü ifade edebilmesi hakkı, başkalarının özgürlüğü dikkate alınarak, insan onuruna zarar vermeden kısıtlanmıştır. Nasıl ki akıl dilin kaynağıysa ve dil de aklın hem oluşturucusu hem de dışavurumu olduğuna göre, insan aklının hep bir dengeyi gözetmesi; insanın bir canlı olarak yaşama içgüsüyle, bir kültür varlığı olarak toplumsal sözleşme kurallarına uygun yaşama zorunluluğunu dengeleme ihtiyacı, aklı bir kontrol mekanizması gibi tanımlar. Zira insanlık tarihi, biraz da insanın insanileşme mücadelesi değil midir? İnsanlık tarihinin bu onurlu ve zorlu uzun mücadelesinde, uygarlık adına katettiği yol ve elde ettiği kazanımların temel ilkesi ve amacı da insanın kendisiyle, toplumla ve doğayla uyumlu, dengeli bir akıl dünyasını kurmaktır.

Konumuzun bir başka sorusu da, insanın en temel organlarından biri olan, yapılan yeni çalışmalarla sadece kan dolaşımını sağlamayıp, aynı zamanda karmaşık bir sinir sistemi ağına sahip olarak adeta ‘’küçük bir beyin’’ sayılan ‘’kalp’’ sözcüğünün doğuş hikayesidir. Evet! Sözcüklerin de bir doğuş hikayesi vardır. İnsan ağzından bir pınar gibi akan dilin kaynağı, tarihsel bir varlık olan insanın derinliklerindeki koca bilgi birikimidir. İnsanlık, bugünkü dilsel soyutlama becerisini, metafor ve simgelerle meramını ve gözlemini ifade gücünü, zorlu bir süreçten gelerek edinmiştir. Dilin hikayesi, insanın umudunun, barışa olan özleminin, bu uğurda çektiği acıların da hikayesidir. Edep değeri taşıyan metinler, bir yazım dili olarak, insanın karmaşık ve değişken ruhsal, duygusal hallerinin bir yansıması da sayılmıştır. Karmaşık duyguların kendi aralarındaki zengin içerikli ilişkileri, edebi ve sanatsal metinlerce değer görülmüş, bu bağlamda kalbe de duygu yüklü anlam atfedilerek, kalp simgesel ve metafor olarak görülmüştür. Peki, kalbin etimolojik olarak kökeni nedir?

Arapça bir sözcük olan kalp, insan aklının kendisini tarihten bugüne değin meşgul etmiştir. Zira bir organ olarak işlevselliği bilimsel bilginin temel konusu olduğu gibi, insanın kafasını sürekli meşgul etmesinin başka bir özel nedeni de, daha önce belirttiğimiz üzere, duyguların merkezi olarak konumlandırılmasıdır. İnsan, akıl yoluyla olay ve olguları etkin bir şekilde düşünme becerisiyle değerlendirebilmesi yanında, bu olay ve olguları değerlendirme sonrasında gelişen izlenimlere, duygusal tepkiler de verir. Davranışları etkileyen sevgi, nefret, aşk, hüzün, özlem gibi karmaşık ve değişken bu duygusal ve ruhsal durumlar, kalpten doğduklarına inanılmış ve bunlar, akıl yoluyla metotlu bir şekilde edinilen, uzun süreli ve göreceli olarak daha kalıcı olan düşünce izlencelerinden çok farklı görülmüştür. Kalbin değişken ve karmaşık duygu halleri kalbi tanımlamada, adlandırmada da doğrudan etkili olmuştur. Zira sözcüklerin ortaya çıkışında, onları adlandırmada, tanım bilgisi çok etkilidir. Arapça dil mantığının kalp bilgisi, gözlem ve deneyimle elde ettiği teşhisle, bu organa' ‘’devrilen / değişen / tersine dönen / kalıp değiştiren’’ anlamına gelen ‘’qelebe / قَلَبَ' ‘’ sözcüğünden türeterek, ‘’qelp / قَلْب ‘’ demiştir.

Akıllı bir varlık olan insanın düşünebilme melekesinin kaynağının beyin olduğu gerçeği, hem biilimsel çevrelerce hem de bütün insanlarca da kabul edilmiştir. Ama duygu ve hissiyatın kaynağına gelince, bugün sadece sıradan insanlar değil, bilim çevreleri arasında da farklı görüşler vardır. Edinilen yeni gözlemlerle kalbin de tıpkı beyin gibi kendine has çok karmaşık bir sistemi olduğu keşfedilmiş, bu keşfe göre, kırkbinden fazla sinir hücresi (nöron) olan kalbin hormonal durumları, bu sinir hücreleri tarafından beyne iletiliyor ve beyni etkiliyor. Yani kalp de, adeta ‘’küçük bir beyin’’ gibi görülmeye başlanmıştır. Haliyle, bu bulgulara göre duygular da, sadece beyinde meydana gelen kimyasal tepkilerin ürünleri değildir. Edebi eserlerde sevmek, aşık olmak, nefret gibi duygularla bağdaştırılan kalp, aynı zamanda kendine özgü bir zekaya da sahip olarak değerlendirilmiştir. Duygular, her şeklin kalıbını alan sıvılar gibi, insanın düşünce ve psikolojisinin şartlarına göre çok değişken ve kalıp değiştiren bir özelliğe sahip oldukları için, duyguların kaynağı olarak görülen bu organa, ‘’değişen, kalıp değiştiren’’, anlamına gelen ‘’kalp /قَلْب ‘’ denilmesi de Arapça dil bilgisine göre tutarlı bir adlandırma olarak görülüyor.

‘’Kalp’’ sözcüğüyle ilgili Kürtçenin tanımını da burda belirtmeye değer görüyorum. Zira insan varlığının en önemli organı olan kalple ilgili adlandırmalar, bu organın edebi metinlerde ve insanlar arasındaki özel ilişkilerde neden bu kadar önemli görüldüğü ve anlamlı olduğunu anlamamıza olanak veriyor. Kürtçede ‘’dil / dıl’’ adı verilen kalp, gerçekte ‘’esir’’ anlamına gelen ‘’dîl’’ sözcüğünün farklı bir telaffuzudur. Bazı kaynaklarda, ‘’dîl’’ sözcüğünün kökeninin Aramcadan geldiği iddiaları temelsizdir. Bu iddianın doyurucu bir açıklaması yoktur. Oysaki Kürtçede, bazı durumlarda, ‘’i’’ ve ‘’î’’ harfleri birbirinin yerine geçebiliyor. İşin ilginç kısmı, birbirinin yerine geçen bu harfler, bazen hem anlam olarak hem de yapı olarak, iki ayrı sözcük şeklinde, aynı sözlükte yer aldığını görüyoruz. Örnek verirsek; hem Kürtçe, Farsça hem de Türkçede kullanılan ve ‘’yaşlı / çok’’ anlamına gelen ‘’pîr’’ sözcüğü, aynı şekilde Kürtçede, farklı bir sözcük olarak, ‘’çok’’ anlamında, ‘’pir’’ sözcüğü olarak da yer alır. Zira dil çalışmalarımda çok denk geldiğim şeylerden biri de şudur ki; özellikle aynı aileden gelen diller, bazen ortak sözcükleri farklı bir anlamda kullandıkları gibi, bazen de bu ortak sözcüklerin yanında, bu ortak sözcükleri küçük bir dokunuşla değiştirip farklı hale getirerek, farklı anlamda, ikinci bir sözcük olarak kullanırlar.

Kürtçede kalp anlamına gelen ‘’dil’’ sözcüğünün de gerçekte esir anlamına gelen ‘’dîl’’ olması, kanımca, kalbin insan göğsünün içinde bir mahpusa benzetildiği içindir. Üstelik kaburgalardan meydana gelen göğüs, hem Arapçada, hem de Kürtçe ve Türkçede ‘’kafes’’ olarak adlandırılmıştır. Bu göğüs kafesinin kaburga kemikleri de, adeta, bu hapsin demir parmaklıklarıdır. Adeta kapalı bir kutunun içinde olan beyin, tüm duyularla dış çevreden haberdar olur; ama kalp, dış çevreden bihaber, göğüs kafesinin karanlığında bir mahpus gibidir. Onun için Ortadoğu’nun çoğu edebi metinlerinde kalbin ‘’gözü’’ kördür. Duygusaldır; ama bu duygusallığı akıldan yoksundur. Çoğu zaman ne istediğini bilmez, kararsızdır. İstekleri değişken ama istediği şeylere karşı kararları da, çok şiddetli bir şekilde, ısrarcıdır. Onun için bizim edebi metinlerimizde, kalbin aşkları, destansıdır. Arapçadaki ‘’kalp’’ ile Kürtçe ve Farsçadaki ‘’dil / dıl’’ sözcükleri, teknik olarak eş anlam oldukları kadar, bu iki sözcüğün asli kök oluşumları da, ortak bir kültür gözlemin, hafızanın temelinden doğmuşlardır.

Dil bize gösteriyor ki, akıl ve kalp sözcükleri, insan varlığının kendisini tanımlar. İnsan bir akıl varlığıdır, denilebilir; aynı zamanda, insan bir kalp / duygu varlığıdır da, denilebilir. İnsana dair bu iki yaşamsal yetiyi, insanı belirtmede, birbirinden kesin hatlarıyla ayırmak çok zordur. Bu zorluk, kalp ve akıl arasındaki ilişkinin keskin sınırlarının olmamasından kaynaklıdır. Her ne kadar ‘’duygusal insan’’ nitelemesinde kalp, ‘’rasyonel / usçu’’ insan nitelemesinde de akıl öne çıkıyor görünse de, gerçekte ‘’duygusal’’ ve ‘’rasyonel / usçu’’ sözcüklerin doğası, ciddi bir şekilde, tartışma konusudur. Bilim tarihine, edebi metinlere, kültür ve sanat birikimine baktığımızda, akıl ve kalp arasındaki tartışmalı ilişkinin doğası, gerçekte insanın kendini tanıma sorunu olduğunu görüyoruz. Koca evrenin içinde, kendisi de küçük bir evren olan insanın kendini tanıma arayışı sürdükçe, yeni keşiflerle beraber, akıl ve kalp / duygu arasındaki problematik ilişki daha da boyutlanıp derinleşecektir.