İnsanlık tarihi doğal afetler, savaşlar, dini, siyasi, sosyolojik, ekonomik ve kültürel nedenlere bağlı olarak çeşitli göçlere sahne olmuştur. Bu göç hareketliliği ülkelerin bir bölgesinden başka bir bölgesine olabildiği gibi ülke sınırlarını aşan boyutlarda da kendisini gösterebilmiştir. Göç olgusu Amerika anakarasının keşfi ile okyanus ötesi bir boyutta insanlık tarihindeki yerini almıştır.

21. yüzyılda bile dünyamız hala paylaşım ve hakimiyet kurma savaşları, tüm can yakıcılığı ile ekonomik ve askeri anlamda güç sahibi devletlerin gücünün yettiğine gücünü gösterme arenasına dönüşmektedir. Ne yazık ki uluslararası kurum ve mekanizmaların ciddi bir seyirci olmanın ötesinde bu senaryolara engel olabilme kabiliyeti bulunmamaktadır. Yeraltı ve yerüstü zenginlik kaynaklarının bolluğu oranında güçsüz bölgeler bu çatışmalara ev sahipliği yapmakta ve bunun sonucu olarak her gün yeni göç dalgaları ile kapalı strateji odalarında belirlenen dev bütçeli senaryoların ve yapımların figüranları olabilmektedirler.

'Yakın geçmişimizde bölgemizde Halepçe mağdurlarının, Ézidilerin, Suriye’deki savaşın mağduru Kürt, Arap ve diğer kesimlerin göçünün canlı tanıkları olduk. Afganistan’daki iç savaştan kaçan “ciddi miktardaki genç erkeklerden” oluşturduğu nüfusun ülkemize kadar gelmelerini ayrıca izliyoruz. Büyüklerimizin Fermana Filehan ile ilgili anlatımları hala zihinlerde canlı. Amerika ve Avrupa’nın kimi medya mensuplarının kırdıkları potlarda dile getirdiği ‘sarı saçlı, mavi gözlü’ Ukraynalıların dramatik bir şekilde zorlu iklim koşullarında evlerini barklarını terk ederek bir bilinmeze doğru yola düşmelerini tüm insanlık izlemeye devam ediyor.

Osmanlının son dönemlerinde başlattığı ve Cumhuriyetin ilk yıllarında da farklı biçimlerde uygulanan tehcir ve mecburi iskân politikaları ile ülkenin erişimi zor coğrafyalarına ciddi bir Kürt nüfusu hareketliliği yaşanmıştır. Sadece 90’lı yıllarda bölgemizde yaşanan dört bini aşkın köyün boşaltılması sonucu göç etmek durumunda kalan nüfusun 3 milyonu bulduğu tahmin edilmektedir.'

Günümüzde ise kırsal kesimde yer alan üretim olanaklarının artan nüfusun ihtiyacına cevap verememesi, tarımda makineleşme ve tarımsal teknolojilerin bedensel işgücüne ihtiyacı ortadan kaldırması, kentlerin eğitim, sağlık ve sosyal olanaklarının fazlalığı gibi nedenlerle kırsal kesimden kentlere doğru plansız bir göç dalgası ortaya çıkarmıştır. Ülke toprakları ile sınır tanımayan bu ekonomik göç özellikle Avrupa’ya doğru kendine bir yön belirlemeye çalışmıştır.

Plansız kentleşme ve nüfus hareketliliği politikasızlıkları, ülkedeki sanayi yatırımlarının özellikle Marmara Bölgesine yığılması nedeniyle 84 milyonluk ülke nüfusunun 16 milyonunu sadece İstanbul’a yığılmasına neden olmuştur. Buna civardaki üç ilin nüfusunu eklediğimizde bu sayı 20 milyonu geçmekte, bu da ülkedeki her dört kişiden birinin bu lokal alanda yaşaması gibi bir tabloyu ortaya önümüze sermektedir. Bu ekonomik göçün maliyetleri, sosyal sonuçları ayrı bir değerlendirme konusu.

Ekonomik parametrelerin hızla olumsuz bir şekilde bozulmasına bağlı olarak son zamanlarda vatanında kendisine bir gelecek göremediğini düşünen genç ve aynı zamanda nitelikli iş gücü göçü ürkütücü boyutlara ulaşmıştır. Bu kitlenin ülkede tutulması ve ülke insanına hizmet ederek kalkınmaya katkılarını temin için hiçbir özendirici çaba ve desteğe rastlanmamaktadır. Ciddi maliyetlerle ortaya çıkan bu genç, eğitimli ve nitelikli insan ve beyin gücünün yurtdışına gitme serüveni çok yakın gelecekte ‘semeresini’ vereceğe benziyor.

Mevsimlik olarak ortaya çıkan tarım işçiliğine dayalı nüfus hareketliliği ise kendine özgü sorunlar ve sonuçlarla var olmaya devam etmektedir.

Bütün bu göç/insan hareketliliği olayların ayrı ayrı ekonomik, siyasi, sosyo-kültürel sonuçları olmaktadır. Tabi ki göçün ağır yükü her zaman kadınların, çocukların omuzlarındaki baskısını bütün can yakıcılığıyla arttırmaktadır.